Türkülerimiz ve Hikayeleri

'Hikayeler, Efsaneler ..' forumunda ...... tarafından 6 Eyl 2009 tarihinde açılan konu

Konu etiketleri:
  1. ......

    ...... Misafir



    Katip Türküsü


    Elazığ tahrirat kaleminde küçük bir memur olan Mehmet ismindeki gencin Fikri adındaki bir genç tarafından öldürülmesi üzerine yakılan bu türkünün hikayesi de şöyledir:

    Anadolu'nun birçok yerlerinde sosyal hayatın bir zorlaması olarak ortaya çıkan dost tutma olayı vardır. Halkın hoş karşılamaması ve geleneklere aykırı düşmesi yüzünden gayri meşrü aşk çevrede hoş karşılanmaz. Sevmek ve sevilmek arzularıyla kaynayan hovardalar halkın aşırı tassubuna rağmen yine de bir çözüm getirdiğine inanıldığından sermaye kadınlarının kurmuş olduğu genelevlerde dost sevgili tutarlardı. Tutarlardı diyorum bugün artık bu gibi olaylar olmamakta ayrıca türkümüzün konusu olan olay da bundan 60-70 sene evvel geçmektedir.

    Sara adındaki sermaye kadının evinde bulunan ve güzelliği çekiciliği kıvraklığıyla gençleri baştan çıkarmada usta olan Zinnete isimli yosma ile Katip Mehmet arasında da işte böyle bir ilişki vardır. Zinnete bu özellikleriyle bir çok gencin kanına girmiş bir çok yuvanın yıkılmasına sebep olmuş bir dilber Mehmet ise genç yakışıklı. Olay akşamı Katip yine Sara'nın evine gider. Kapının açılmaması karşısında kafası bozulan Fikri ve arkadaşları kapıyı kırarak içeri girerler. Fikri belinde taşıdığı hançeri çektiği gibi Katip'e saplar. Katip oracıkta ölür. Fikri ve arkadaşları hapse atılır belli süre sonunda çıkarlar. Çıktığının ertesi günü gece karanlığında yüksek bir köprüden düşen Fikri boynu altında kalarak ölür. Bu acıklı olay üzerine de bu ağıt yakılmıştır.

    Katip Türküsü

    Mezireden çıktım ağrıyor başım
    Dumdum kurşunuyla serildi leşim
    Buna sebep olan arap kardaşım
    Di değme de değme yaram derindir
    Yaram sağalırsa mevlam kerimdir
    Mezireden çıktım yıldız ışılar
    Katibi vurmuşlar kanı fışılar
    İmdada gelmiyor hayın komşular

    Bağlantı

    Saranın evleri Toptop'a bakar
    Katibi vurmuşlar al kanlar akar
    Bir mahle katibin yoluna bakar

    Bağlantı

    Atımı bağladım ben bir dikene
    Tükettin ömrümü ömrün tükene
    Benden selam olsun "kefen diken"e

    Bağlantı

    Toptop'un önünde perteğin yolu
    Fikri bey geliyor liveri dolu
    Katibi vuran da İbiş'in oğlu

    Bağlantı

    Anam yoğurdumu ayran eylesin
    Çıkıp yücelerden seyran eylesin
    Yoluma bakmasın hicran eylesin

    Bağlantı

    Sabahleyin kalktım çantama baktım
    Melul mahzun alıp atıma taktım
    Anama uymadım bağırımı yaktım​
     
  2. ......

    ...... Misafir



    Ah Bir Ataş Ver


    Çanakkale Boğazı Nağra Burnu açıkları
    4 Nisan 1953 Saat 02:15

    Uzun ve yorucu bir seferden dönen Dumlupınar denizaltısı Nağra Burnu açıklarında İsveç bandıralı Nabuland Şilebi ile Çarpıştı. Sessiz soğuk ve bulanıktı gece. Başından aldığı şiddetli darbe ile Dumlupınar birkaç saniye içinde sulara gömüldü. Gemideki 81 kişilik mürettebattan sağ kalan 22 kişi geminin arka bölümündeki torpido dairesine sığındı. Mahsur kalanların su yüzüne fırlattıkları telefon şamandırasıyla gemi ile irtibat sağlandı. Sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için herkes seferber oldu. Bu arada oksijeni idareli kullanmaları için gereksiz yere konuşmamaları şarkı sözleri türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri konusunda uyarılar yapıldı. Ancak saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda umutların tükendiği anda karanlıkta bekleyen 22 kişiye herşey yine aynı sözcüklerle anlatıldı; konuşabilirler türkü söyleyebilirler ve hatta sigara bile içebilirler. Şamandıradaki telefon hattının öbür ucundan tüm Türkiye denizaltıda tevekkülle ölüme yapılan hüzünlü ama başı dik türküsünü dinledi.



    Ah Bir Ataş Ver

    Ah bir ataş ver cigaramı yakayım
    Sen salın gel ben boyuna bakayım
    Uzun olur gemilerin direği
    Ah çatal olur efelerin yüreği

    Ah vur ataşı gavur sinem ko yansın
    Arkadaşlar uykulardan uyansın
    Uzun olur gemilerin direği
    Ah çatal olur efelerin yüreği


     
  3. ......

    ...... Misafir



    Ordumuz Gitti Muş'a Dayandı


    Osmanlı Rus savaşları sırasında Urfa'nın Viranşehir mevkiinde çok kuvvetli nüfuz sahibi Milli aşiret reisi Hamidiye Paşaları'ndan İbrahim Paşa'dan devrin Padişah'ı bir ordu teşkil ederek Erzurum'a gelmesini emretmiş. İbrahim Paşa da mahiyetindeki aşiretlerden ve diğer aşiretlerden Urfa'nın yerlisinden bir ordu kurarak Diyarbakır üzerinden Bitlis ve Muş oradan da ilgili yerlerine gitmek üzere yola çıkmışlar. Muş'a geldiklerinde Urfa'lı ailenin bir tek çocuğu olan çavuş vurulmuş o ara Urfa'ya göre hava da çok soğukmuş ve bu nedenle de çok acı çekmekteymiş. Birliklerini komuta eden Yüzbaşı da o ara başka bir göreve gitmiş ve daha dönmemiş. Durumun vahametinden dolayı yaşamaktan ümidi kesen Urfalı Çavuş "Ordumuz gitti Muş'a dayandı'' türküsünü yaparmış. Diliyle ifade edemediği duygularını türküye dökmüş. Bu savaşa katılan Urfa'lı birçok yiğit şehit olarak geri dönmemiştir.



    Ordumuz Gitti Muş'a Dayandı



    Ordumuz gitti Muş'a dayandı
    Daşı toprağı kana boyandı
    Bitlisi gördüm yüreğim yandı

    (Bağlantı)
    Ağlama aney belki gelirem
    Ölüm olmazsa seni görürem

    Hasan kalası bir uca kala
    Etrafı aney canlı kerbela
    Yüzbaşım gitti gelmedi hala

    Bağlantı

    Estege bindim oldum süvari
    Bir anam vardır başı belalı
    Bir çavuş düşmüş mavzer yaralı​
     
  4. ......

    ...... Misafir



    Dersini Almışta Ediyor Ezber

    Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının yeşillik etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır hayatlarını bu yoldan sağlarlardı. Bu ozanların çoğunluğunu Sorgun ilçesindeki ozanlarımız oluşturmaktadır.

    Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı sırtında sazı Yozgat´tan Akdağmadeni´ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.O sevgili ki güzelliği Bozok yayla´sına yayılmış ahu gözlü sürmeli kaşlı ay yüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey ailesini salarak babasından sevdiğini istetir mağrur adam kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler ağalar girer ama boşuna bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.

    Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beşçamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına obasına ve Akdağlar´a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediği işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey´in türküleri.

    Dersini Almış Da Ediyor Ezber

    Dersini Almış Da Ediyor Ezber
    Sürmeli Gözlerin Sürmeyi Neyler
    (Aman Ben Yarelendim Aman)
    Bu Dert Beni İflah Etmez Deleyler
    Benim Dert Çekmeye Dermanım Mi Var
    (Aman Aman Sürmelim Aman)

    Kaşın Çeğmelenmiş Kirpik Üstüne
    Havada Bulutun Ağdığı Gibi
    (Aman Ben Yarelendim Aman)
    Çiğ Gibi Düşmüş De Gül Sineler Islanmış
    Yağmurun Güllere Yağdığı Gibi
    (Aman Sürmelim Aman)​
     
  5. ......

    ...... Misafir



    Katip Türküsü


    Elazığ tahrirat kaleminde küçük bir memur olan Mehmet ismindeki gencin Fikri adındaki bir genç tarafından öldürülmesi üzerine yakılan bu türkünün hikayesi de şöyledir:

    Anadolu'nun birçok yerlerinde sosyal hayatın bir zorlaması olarak ortaya çıkan dost tutma olayı vardır. Halkın hoş karşılamaması ve geleneklere aykırı düşmesi yüzünden gayri meşrü aşk çevrede hoş karşılanmaz. Sevmek ve sevilmek arzularıyla kaynayan hovardalar halkın aşırı tassubuna rağmen yine de bir çözüm getirdiğine inanıldığından sermaye kadınlarının kurmuş olduğu genelevlerde dost sevgili tutarlardı. Tutarlardı diyorum bugün artık bu gibi olaylar olmamakta ayrıca türkümüzün konusu olan olay da bundan 60-70 sene evvel geçmektedir.

    Sara adındaki sermaye kadının evinde bulunan ve güzelliği çekiciliği kıvraklığıyla gençleri baştan çıkarmada usta olan Zinnete isimli yosma ile Katip Mehmet arasında da işte böyle bir ilişki vardır. Zinnete bu özellikleriyle bir çok gencin kanına girmiş bir çok yuvanın yıkılmasına sebep olmuş bir dilber Mehmet ise genç yakışıklı. Olay akşamı Katip yine Sara'nın evine gider. Kapının açılmaması karşısında kafası bozulan Fikri ve arkadaşları kapıyı kırarak içeri girerler. Fikri belinde taşıdığı hançeri çektiği gibi Katip'e saplar. Katip oracıkta ölür. Fikri ve arkadaşları hapse atılır belli süre sonunda çıkarlar. Çıktığının ertesi günü gece karanlığında yüksek bir köprüden düşen Fikri boynu altında kalarak ölür. Bu acıklı olay üzerine de bu ağıt yakılmıştır.

    Katip Türküsü

    Mezireden çıktım ağrıyor başım
    Dumdum kurşunuyla serildi leşim
    Buna sebep olan arap kardaşım
    Di değme de değme yaram derindir
    Yaram sağalırsa mevlam kerimdir
    Mezireden çıktım yıldız ışılar
    Katibi vurmuşlar kanı fışılar
    İmdada gelmiyor hayın komşular

    Bağlantı

    Saranın evleri Toptop'a bakar
    Katibi vurmuşlar al kanlar akar
    Bir mahle katibin yoluna bakar

    Bağlantı

    Atımı bağladım ben bir dikene
    Tükettin ömrümü ömrün tükene
    Benden selam olsun \"kefen diken\"e

    Bağlantı

    Toptop'un önünde perteğin yolu
    Fikri bey geliyor liveri dolu
    Katibi vuran da İbiş'in oğlu

    Bağlantı

    Anam yoğurdumu ayran eylesin
    Çıkıp yücelerden seyran eylesin
    Yoluma bakmasın hicran eylesin

    Bağlantı

    Sabahleyin kalktım çantama baktım
    Melul mahzun alıp atıma taktım
    Anama uymadım bağırımı yaktım ​
     
  6. ......

    ...... Misafir



    İzmir'in Kavakları 1


    Çakıcı Efe Ege Bölgesinde halkın dilinde dilden dile efsaneleşen bir kahramandır. Osmanlı’nın son zamanlarında devlet iradesinin iyiden iyiye kaybolduğu yıllarda (1800-1900) halk kendi kahramanlarını kendi kurtarıcılarını çıkarmıştır. Kimileri bu boşluktan yararlanarak zalimlikler yapmışlar kimileri de adalet dağıtan güçlü yürekli halk kahramanı olmuşlar. Bu devirde Ege Bölgesinde’de Efelik çok meşhurmuş.

    Çakıcı Efe de İzmir Denizli Aydın civarında hüküm sürmüş bir Efe’dir. O zamanlarda yaşadığı bölgede o kadar güçlenmiş ki Osmanlı ile egemen olduğu bölge konusunda resmi anlaşma yolları bile aramıştır. Çakıcı çoğu zaman dağlarda kimi zamanda halkın yanına inerek zalimi durdurmuş adalet dağıtmış zenginden alıp fakir vermiştir. Bu sebeple halkın gönlünde de taht kurmuştur. Cesur hareketleriyle halkın gözüne girmiştir. Kimi zamanda düşmanla işbirliği yaptığı söylentisi çıkmışsa da halk onu hep sevmiş ona yapılan bu türküyle ismi ölümsüzleşmiştir.

    İzmir'in Kavakları 1

    Aradılar sordular
    Birg içinde buldular
    İnce tuzak kurdular
    Yar fidan boylum
    Kamalı'yı vurdular

    İzmir'in kavakları
    Dökülür yaprakları
    Bize de derler Çakıcı
    Yar fidan boylum
    Yıkarız konakları

    Bahçelerde kalem var
    Arkamızdan gelen var
    Kalkın gidelim efeler
    Yar fidan boylum
    İçimizde ölen var

    Selvi senden uzun yok
    Yaprağında düzüm yok
    Kamalı da Zeybek vuruldu
    Yar fidan boylum
    Çakıcı'ya sözüm yok
     
  7. ......

    ...... Misafir



    İzmir'in Kavakları 2


    Çakıcı Efe İkinci Abdülhamid'in istibdat yönetimine karşı onüç yıl ikinci Meşrutiyetten sonraki yönetime karşı da iki yıl olmak üzere 1895'den 1910 yılına kadar İzmir Aydın Denizli Nazilli Ödemiş Konya dağlarında Antalya ve Muğla bölgelerinde onbeş yıl gibi uzun bir süre dolaşmış; adeta ikinci bir hükümet gibi kendi iptidai usulleriyle hüküm sürmüş bu süre içinde halktan vergi almış adalet dağıtmış yol köprü ve camiler yaptırmış; Osmanlı ile dolaştığı hükmettiği toprakları paylaşmak uğrunda mücadele etmiş zaman zaman yüze çıkmış dağdan inerek resmi yetkililerle görüşmeler yapmış- zaman zaman dağ başlarının özgür ve bağımsız havasını teneffüs etmiş hükümetle eşit koşullarda anlaşmalar yapmak gibi Sarayı ayağına kadar getiren kudret olmuş bir kişiliktir.

    Çakırcalı halkın istibdat yönetimine karşı bilinçli bir hareketini temsil etmemiş fakat müstebit yönetime karşı halk ruhunda parlayan isyan eğilimlerine çeşitli koşullarda tercüman olmuş bunun için de hayatında olduğu gibi ölümünden sonra da sürekli büyük bir halk kahramanı niteliği ve şöhreti kazanmıştır.

    Esasen Çakıcı Efe merhametli vicdanlı halkı sever cesur cüretkar mert otoriter bir zeybekti.

    Gerçekten onun halk içinde en büyük şöhreti \"zenginden ve zalimden alıp fakirlere dağıtmasından\" ileri geliyordu. Hükümetten herhangi bir himaye ve yardım bulamayanlar kurtuluşu onda arıyorlardı.

    Çakıcı Efe olayını ilginç kılan noktalardan biri de onun çeşitli yabancı unsurlarla olan yakın ilişkileri ve İttihat ve terakkicilerle olan ilişkileridir. Çakıcı'nın bu yönleri bazı kişilerce istismar edilmek istenmiştir. Sözgelimi Kemal Tahir onun bazı İngiliz Fransız ve Rumlarla olan sınırlı ilişkilerini casusluğa dek vardırmıştır. Oysa böyle bir suçlamada bulunmak gülünçtür. Çünkü Çakıcı'nın yaptığı sınırlı görüşmelerin tamamı sarayın ve resmi makamların bilgisi altında yapılmıştır. Üstelik resmi makamlar bu görüşmeleri bir uzlaşma yolu olarak kullanmak isterler.


    İzmir'in Kavakları 2

    Çakıcı siperde yatar
    Ne talimli fişek atar
    Serdarımız Emin Ağa
    Mevtamız dağlarda yatar

    Yasana dağlar yasana
    Nifat'ım benzer Hasan'a
    Çapar oğlanı mı sandın
    Üç kurşun sıktın Hasan'a

    Gidin keşifçi getirin
    İncitmenusul yatırın
    Çakıcı inkar ederse
    Atını şahit götürün

    Getirin eti ete katalım
    Terazi bulun tartalım
    Üşüdün sandım Hasan'ım
    Sırt sırta verip yatalım
     
  8. ......

    ...... Misafir



    Melek Hanım


    Melek hanım aslen Bolu'ludur. Bolu'nun Göynük ilçesine ninesiyle birlikte kaymakamın misafiri olarak gelmektedirler. Melek hanım ile Göynüklü bir genç birbirlerine aşık olurlar. Göynük' te has bahçe denilen yerde buluşmaya başlarlar. Melek'in ninesi bunu farkeder ve mecburen nikahları kıyılır. Daha sonra genç delikanlı askere gider Melek de has bahçede onu hasretle beklemektedir daha sonra genç adamın şehit olduğu haberi gelir ve Melek hanım bu acıya dayanamayıp birkaç yıl sonra ince hastalıktan ölür ve adına türkü yazılır.



    Melek Hanım

    Melek Hanım has bahçede geziyor
    Melek Hanım aman geziyor
    Kınalıda eller incide mercan diziyor aman aman
    Melek Hanım aman diziyor
    Hanımda ninesi bu işleri seziyor
    Melek Hanım aman seziyor

    (Bağlantı)
    Ağlama meleğim seninde yazın böyledir aman aman
    Melek Hanım aman böyledir
    Aşk adamı bülbül gibi söyledir aman aman
    Melek Hanım aman söyledir

    Melek Hanım taş üstünde iniler
    Melek Hanım aman iniler
    Tersanede soygunda vermiş gemiler aman aman
    Melek Hanım aman gemiler
    Evrakda gelmiş yarelerim yeniler
    Melek Hanım aman yeniler ​
     
  9. ......

    ...... Misafir



    Bodrum Hakimi


    İntihar eden Mefaret Hanım'ın öyküsü yarım asırdır filmlere konu oldu türküsü Bodrum ve Milas yöresinin dilinden düşmedi ama kimse \"gerçeği\" bilemedi. Bodrum Hakimi şimdi Tolga Çandar'ın çıkardığı \"Türküleri Egenin 2\" albümüne adını verdi. İşte size birden fazla gerçeği olan yaşanmış bir öykü.

    Bodrumlular erken biçer ekini
    Feleğe kurban mı gittin
    Bodrum Hakimi

    Türkiye'nin ilk kadın hakimlerindendi Bodrum Hakimi. Tek görev yeri Bodrum değildi elbet ama Bodrumlular onu öyle sevmişlerdi ki... Bu dürüst gözüpek \"erkek gibi\" hakim hanıma saygıyla karışık bir sevgi duyuyorlardı. Aslen nereli olduğu önemli değildi \"Bodrum Hakimi\" idi o.

    \"Mefaret Tüzün (Bodrum Hakimi) Tavşanlı 1906 - Bodrum 1954
    Türkiye'nin ilk kadın hakimlerinden olan Tüzün 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'da göreve başladı. Keşiflere at sırtında gidip gelen hakime hanım cesurluğu ve girişimciliğiyle kısa zamanda yöre halkının sevgisini kazanmıştı. 1954'te kaybettiği nişanlısının ardından Tüzün'ün de beklenmedik ölümü Bodrum'da büyük üzüntü yarattı. Bodrumlular Hakim'e olan sevgilerini adına bir türkü yakarak yaşatmaya çalışmışlardır\".

    Bodrum'da iz bırakanlar takviminde böyle tanıtılıyor Bodrum Hakimi Mefaret Tüzün. Hakkında bundan fazlasını öğrenmek de pek mümkün değil zaten. Denediğiniz zaman resmi makamlardan da Bodrum'un yaşlılarından da aynı tepkiyi alıyorsunuz: \"Niye soruyorsunuz? Geçmiş zaman ne olmuşsa olmuş bitmiş işte öğrenip de ne yapacaksınız?\" Bodrumlular söz birliği etmişçesine 43 yıldır saklıyor Mefaret Hanım'ın ölüme götüren sırrı.

    Mefaret Hanım'ın arkasından halkın yaktığı türküyü yıllar sonra seslendirip yeni albümüne alan Tolga Çandar uzun süre bu sırrın izini sürmüş. Ama zar zor açtığı her kapının arkasında birbirinden farklı öyküler çıkmış karşısına.

    Bunlardan bir tanesine göre Hakim Hanım Bodrum'da bir gence idam cezası vermiş. Bunun üzerine çocuğun ağabeyi onu kaçırıp Turgutreis'in karşısındaki Çatal adalarında tecavüz etmiş. Bundan çok etkilenen Mefaret Hanım da dönüşte kendisini öldürmüş.

    Anlatılan diğer öyküler ise ayrıntıları farklı olsa da Mefaret Hanım'ın ölümünün arkasında bir aşk olduğu yolunda. Bunlardan biri \"Bodrum Hakimi\" filmine de konu olan öykü. Türkan Şoray'ın bütün azametiyle canlandırdığı muhteşem hakim hanımın hiçbir zor karşısında eğilmeyen başı sonunda bir aşka yenik düşüyordu. Ya sevdiği adama ölüm cezası verecekti ya da... İkinci yolu seçti Bodrum Hakimi.

    Şu Bodrum'un dağlarında ceylanlar dolaşır
    Kara haber Mefaret Hanıma pek tez ulaşır

    Bodrum'da sıkı sıkı mühürlenmiş ağızlardan yarım yamalak dökülenler ise hakim hanımın sevgilisinin filmdeki gibi bir suçlu değil Bodrum'un savcısı olduğu yönünde. Ama bu aşkın Mefaret Hanım'ı neden intihara sürüklediği konusunda rivayet muhtelif. Karşılıksız değildi aşkı besbelli. Ama herhalde evlenemeyeceklerdi. Ama neden? Savcı evli miydi ya da önce evlilik vaadettiği Mefaret Hanım'ı sonra terk mi etti... Büyük olasılıkla Bodrumlular pek sevdikleri \"hakim hanım\"larına böyle gayrimeşru bir ilişkiyi yakıştırmak istemediklerinden susuyorlar bu konuda takvimlerinde bile \"nişanlısı\" sıfatını kullanmayı tercih ediyorlar.

    Mefaret Hanım'ın son gecesine ilişkin anlatılanlar ise daha da hazin. Milaslı Türk sanat müziği bestekarı Zeki Duygulu'nun konseri var o gece. Bodrumlular ciple Milas'ın yolunu tutuyor. Mefaret Hanım da aralarında. Ve o gece konserde bir şarkı sözleriyı tam üç kez çaldırıyor:

    Uslu dur kadınım çıldırtma beni
    Ben artık bildiğin o ten değilim
    Bir başka yağmurla ıslak mendilim
    Yeter artık ağlatma beni
    Uslu dur kadınım çıldırtma beni
    Dökülmüş yaprağım sararmış güzüm
    Çiğli kirpiklerle yaşlıdır gözüm
    Bu gurbet ellerde ben bir öksüzüm
    Yeter artık ağlatma beni
    Uslu dur kadınım çıldırtma beni

    Bu konser Bodrumlular'ın Mefaret Tüzün'ü son görüşü oluyor. Tolga Çandar o gece kendini asan hakim hanımın ölümünün Bodrum'da ne büyük bir üzüntü yarattığını annesinden dinlemiş. O zamanlar henüz çocuk olan annesi tarlada çalışırken gelen ve mola veren otobüsü ve üstündeki cenazeyi hiç unutmamış. Yıllarca ne bu öykü düşmüş dilinden ne de Bodrum Hakimi'nin türküsü.

    Hakim Hanım'ın memleketi Kütahya Tavşan
    Hakim Hanım sen eyledin bizleri perişan

    Bu Kütahya konusu da ayrı bir muamma. Takvimde de türküde de Mefaret Hanım'ın Tavşanlılı olduğu söylense de bunun aslı yok gibi. Tavşanlı kaymakamıyla konuşan Tolga Çandar Hakim Hanım'ın bir süre Tavşanlı'da görev yaptığını tıpkı Bodrum'daki gibi yöre halkı tarafından çok sevildiğini giderken de gözyaşları içinde konvoylarla uğurlandığını öğrenmiş. Mefaret Tüzün'ün gerçekte Tekirdağlı olduğu sanılıyor.

    Çandar kendisini çocukluğundan beri derinden etkileyen bu kadının peşini bırakmamaya kararlı. Elinde Bodrum kaymakamlığından zar zor edindiği sararmış bir fotoğraf var. Hakim'in sevgilisi olduğu söylenen savcıyı aramış bulamamış akrabalarına sormuş öğrenememiş şimdi Adalet Bakanlığı'nda araştırmalarına devam ediyor. Bu arada da hiç olmazsa bir türküyle bu talihsiz kadına bir selam gönderiyor.

    Türkü Bodrumlular'ın yaktığı bir ağıt ama Milaslı radyo sanatçısı Nazmi Yükselen onu TRT repertuvarına girecek şekilde düzenlemiş ve 60'lı yıllarda plağa okumuş. İşin ilginç yanı Tolga Çandar Yunan adası Kos'ta da dinlemiş bu türküyü. Hemen sormuş \"bu ne?\" diye \"karşıda yaşanmış bir öykü\" demişler. Şimdi Tolga Çandar'ın sesiyle yeniden hayat buluyor \"Bodrum Hakimi\"nin öyküsü. Çok sade tek bir bağlamayla kırk yıl uzaktan yürekleri dağlamaya devam ediyor:

    Nasıl astın Mefaret Hanım ipe de kendini
    Altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini​
     
  10. ......

    ...... Misafir



    Sefil Baykus Ne Yatarsın Bu Yerde

    Recep derler bir genç vardı Kars'ın Kağızman'ında Recep'in babası Ağa Dede adlı bir rençberdi. Oğlunun okuma-yazma yaşına gelince Hafız Lütfi Efendi'ye yolladı onu. Eskiden nerde şimdiki okullar. Varsa yoksa rrıedreseler. İşte Recep'te gözlerini Hafız Lütfi Efendi'nin medresesinde açtı çevreye.. Sesi güzel olduğu için de hocası onu çok seviyordu. Recep oniki yaşına gelince medresede ders vermeye başladı. İyi hoş ama Yaşının da ergenliğe geçiş dönemi: Öğrenciler arasında kızlar da var. Hele bunlar arasında emmisinin kızı Suna var ki bir içim su.. Suna da onun yaşlannda çocuk daha. Ama Recep'in ilgisini anlıyor. İçten içten de boş değil Recep'e. Recep derseniz günden güne tutuluyor Suna'ya. Uykuları kaçar oluyor rahat huzur hak getire. Medreseyi terkedip dağlara düşüyor. Elinde sazı çalıp; söylüyor. Yaktığı türküler de hep Suna'nın üstüne. derken mesele Recep'in babasının kulağına gidiyor. Babası olgun adam..Varıp Sunâ nın babasına açıyor konuyu. "Valla kardeş durum böyleyken böyle bizim oğlan deli divana. Dağlara düştü. Suna der de başka birşey demez.... Allah kısmet etmişse baş-göz edelim çocuklan. Elin akıllısından bizim delimiz iyidir" diyor.
    Suna'nın babası dinliyor kardeşini. Sonra da: "İyi ya kardaşım. Anşa evdeyken Suna'yı nasıl veririm. Elalem ne der. Büyüğü dururken küçüğünü verdi. Törelere karşı geldi demezler mi? Suna olacağına Anşa olsun" der. Recep'in babası ilkin hık-mık eder sonra da: "Gençtir. Çabuk unutur. EI kızı geleceğine Anşa olsun" der. Eee devir eski devir töreler baskırı. Emmioğlu emmikızıyla evlenecek. Onunda ilkin büyüğü gelin olacak. Kim ne der. Haber Recep'in kulağına gelince vurulmuşa döner... Ama ağzını açıp da babasının kararına karşı gelmek ne haddine boynunu büküp oturur. Suna derseniz olanlardan habersiz. Ona kalsa ömür boyu bekleyecek Recep'i. "Anşa evlenir giderse sıra bana gelir. Bende Recep'e vannm" hesap ediyor Suna. Ama iş açığa çıkıp durumu öğrenince iki göıü iki çeşme Suna'nın. Ağlamak için kenar köşe anyor. Sonra da iki elinin arasına alıyor başını. Haykıra haykıra ağlıyor. Başka da birşey gelmiyor elinden. "Hayır Recep beni istiyor ben de Recep'i" dese kim dinler. Üstelik elaleme rezil olur. Babasının anasının da yüzüne bakamaz. Boynunu büküp bekliyor.
    Uzun sözün kısası Recep'le Anşa'nın düğünü yapılıyor. Başgöz olup çekiliyorlar evlerine. Ama nerde Suna; nerde Anşa. Recep'in gönlü illaki Suna diyor. Kimseye belli etmek istemiyor. İçini türkülerle döküyor dertli dertli çalıp türküler yakıyor Suna'ya. Gece gündüz demeyip dağ-bayır; ova yayla dolaşıp duruyor. Medreseyi de hafızlığı da bırakıyor... Bir tek "Hıfzı" takma adı kalıyor hafızlığından. Türküleri de dilden dile dolaşmaya başlıyor. Duyan duymayana; bilen bilmeyene söylüyor.~Kağızman'lı Hıfzı'nın türkülerini.
    Suna derseniz içine kapanık. Arada bir ablasına gittiğinde görüyor Hıfzı'yı. O kadar!.. Onda da dertlenip dönüyor eve. İçine atıyor hep. Hıfzı Suna'yı alsa kaçsa; töreler! hlâki babasının emmisinin şerefi. Bakıyor oluru yok Sunâ sız yaşamak zor çareyi gurbette anyor. "Alır başımı giderim. Olaki unuturum. Gözden ırak olan gönülden de olurmuş" diye teselliyi gurbette aramaya çıkıyor. Babasına da geçimi sebep gösteriyor. "Baba bu geçimle iki ay baş edemez. Ben Anşa'yı alıp gurbete gidiyorum. Üç-beş kuruş biriktirir döneriz" diyor. Babasr karşı koymak istiyorsa da Hıfzı kararlı. Çok geçmeden de yükünü sırtlayıp yollara düşüyor. Şura senin bura benim. Vara vara Çukurova'ya varıyorlar. Toprağı bereketlidir Çukurova'nın diye duymuştur. Gidip bir çiftliğe yerleşiyorlar. Ufak tefek işlerine bakıyorlar çiftliğin. Kendisi at arabasını süriiyor. Tarlaya gidip geliyor. Ekim dikimle uğraşıyor. Anşa da çiftlikte yemek yapıyor ortalığı temizliyor. İnek sağıyor. Geçinip gidiyorlar. İyi. Hoş. Ama Suna aklından çıkmıyor Hıfzı'nın. Unuturum diye çıktığı gurbet daha çok yakıyor içini. Rüyalanna giriyor Suna. Derdini bir tek kavalına anlatıyor. Anşa hiç birşey anlamıyor. Ağzını açıp iki çift laf etmiyor zaten Hıfzı'yla. İki yabancı gibiler evde. Bunlar böyleyken acaba Suna ne yapar? Suna ne durumdadır? Haberi Suna'dan verek.
    Hıfzı Kağızman'dan çıkıp gurbet yoluna düşünce Suna'nın içini de kurt kemirmeye başladı. Eriyip akmaya başladı Suna. Yanaklarındaki onbeş yaşın pembeliği yerini limon rengine bıraktı yavaş yavaş. Sararıp soldu Suna. İlaçtı yatırdı boş!. . Kimse çare olamadı Suna'nın derdine. Bir de şu var; yaşlılardan bazısı ancak evlenirse iyileşir bu diyor. İsteyeni de çok Suna'nın. Babası uygun birini kestirip işini bitirdi. Kimse de Sunâ ya bir şey sormadı. Bir yandan sırtı kesiliyor düğün hazırlığı yapılıyor; öteki yandan derdine çare aranıyor Suna'nın. Küt küt öksürüyor soğuk soğuk terliyor Suna. Kimsenin olmadığı yerlere çekilip için için de ağlıyor. O kadar. Bir tek rüyalarda teselli buluyor. Rüyalarında Hıfzı'yı görüyor hep. Kuş olup uçuyor Hıfzı. Gelip evin bahçesine konuyor. Sonra kocaman kanatlarnı vurup iniyor aşağı kaptığı gibi havala.ra uçuyor Suna'yı. Suna da kollarını kanat gibi çarpıyor. O da Hıfzı'yla uçuyor. Dağları ovaları geçip gözden kayboluyorlar. Sonra ılık bir ter basıyor yeniden. Açıyor gözlerini ağlıyor ağlıyor.
    Uzun sözün kısası; ince hastalık yakıp kavuruyor Suna'yı.. Gün güne de eriyip akıyor. Bir deri bir kemik kalıyor... Öte yandan düğün günü de gelip çatıyor... Bir yanda saz söz; bir yanda davul zurna. Yeniyor içiliyor. Buz gibi şerbetler dağıtılıyor... Gelinlik elbisesi de çok yakışıyor Suna'ya. Düğünün ikinci gecesinde Suna yataklarda.. Bakıyorlar olacak gibi değil erteliyorlar düğünü. Suna'nın son yatağa düşüşü oluyor bu. Bir daha çıkamıyor yataktan. Hıfzı'nın adını sayıklaya sayıklaya son nefesini veriyor. Evin şenliği yasa dönüyor. Gelinlik elbiseleriyle koyuyorlar mezara Suna'yı. Başına da "Murad almamış gelin" diye yazıyorlar.
    Suna'nın son nefesini verdiği gece Hıfzı sabaha kadar uyuyamıyor. Kan ter içinde dönüp duruyor yatağında. Gözlerinde Suna'nın hayali. "tez gel" diye yalvanyor. Gözlerini kapasa rüyasında Suna. Sabahı iple çekiyor Hıfzı. Sabahın erkeninde kalkıp Anşa'ya: "Tez hazırlan memlekete döneceğiz. Zaten gurbetin hayrı yok. Elimiz görüyor cebimiz görmüyor. Hasretlik de cabası". Varıp çiftlik sahibine anlatıyor durumu. Tez elden yola çıkıyorlar. Şura senin; bura benim. Günlerce yol tepip ulaşıyorlar Kağızman'a. Tez varıp Suna'yı soruyor Hıfzı. Ağlayarak durumu anlatıyorlar... Olduğu yere yıkılıyor Hıfzı. Başı ellerinin arasında saatlerce ağlıyor. Sonra sazını alıp Suna'nın mezanna gidiyor. Mezar taşına bir baykuş konmuş figan etmektedir. Bir kenara da Hıfzı çekilir.... Vurur sazın tellerine.


    Sefil başkuş ne gezersin bu yerde
    Yok mudur vatanın illerin hani
    Küsmüş müsün selamımı almazsın
    Şeyda bülbül gibi dillerin hani

    Ecel tuzağını açamaz mısın
    Açıp da içinden kaçamaz mısın
    Azat eyleseler uçamaz mısın
    Kırık mı kanadın kolların hani

    Aç mısın yok mudur ekmeğin aşın
    Odan ne karanlık yok mu ataşın
    Hanidir güveyin hani yoldaşın
    Hani kapın bacan yolların hani

    Kara yerde mor menevşe biter mi
    Yaz baharda ishak kuşu öter mi
    Bahçede alışan çölde yatar mı
    Uyan garip bülbül güllerin hani

    Burda yorgan döşek yastık var mıdır
    Bu geniş dünyada yerin dar mıdır
    Dalın tahta duvar önün yar mıdır
    Yeşil başlı Suna'm güllerin hani

    Körpe maral idin dağlanmızda
    Dolanırdın solu sağlanmızda
    Taze fıdan idin bağlanmızda
    Felek mi budadı dalların hani

    Düğününde acı şerbet içildi
    Gelinlik esvabın dar mı biçildi
    İlikle düğmele göğsün açıldı
    N'oldu kemer-beste belleri hani

    Alışmış kaşların var mı karası
    Ala idi gözlerinin binası
    Kocaldın mı onbeş yaşın Suna'sı
    Yok mudur takatin hallerin hani

    Aç kapıyı emmim kızı gireyim
    Hasta mısın halin sual edeyim
    Susuz değil misin bir su vereyim
    Çaylarda çalkanan seslerin hani

    Yatarsm gaflette gamsız kaygusuz
    Ninni balam ninni kalma uykusuz
    Hem garip hem çıplak hem aç hem susuz
    Felek fukarası malların hani

    Her gelip geçtikçe selam vereyim
    Nişangah taşına yüzler süreyim
    Kaldır nikabını yüzün göreyim
    Ne çok sararmışsın alların hani

    Civan da canına böyle kıyar mı
    Hasta başın taş yastığa koyar mı
    Ergen kıza beyaz bezler uyar mı
    A1 giy allı balam şalların hani

    Daha seyrangaha çıkarmaz mısın
    Çıkıp da dağlara bakamaz mısın
    Kaldırsam ayağa kalkamaz mısın
    Ver bana tutayım ellerin hani

    Bir kuzu koyundan ayrı ki durdu
    Yemez mi dağların kuşiyle kurdu
    Katardan ayrıldın şahin mi vurdu
    Turnam teleklerin tellerin hani

    Sen de Hıfzı gibi tezden uyandın
    Uyandın da taş yastığa dayandın
    Aslı hanım gibi kavruldun yandım
    Yeller mi savurdu küllerin hani

    Hıfzı sorar da Suna durur mu? Suna'nın cevabını da şöyle dillendirir halkımız:

    Emmioğlu küsmemişim ben senden
    Ölüm lal eyledi dillerim yoktur
    Eğdi kametimi büktü belimi
    Kalkamam ayağa hallerim yoktur

    Haber edin kuşlar çeksin yasımı
    Yuva yapsın püskülümü gesimi
    Koymadılar doldurayım tasımı
    Havuzdan ayrıldım sellerim yoktur

    Bende Hıfzı gibi tezden uyandım
    Uyandım da taş yastığa dayandım
    Aslı Hanım gibi kavruldum yandım
    Sam yeli savurdu küllerim yoktur


    "Notalarıyla Türkülerimiz ve Hikayeleri" isimli kitaptan alınmıştır​
     
  11. ......

    ...... Misafir



    Karadir kaslarin Ferman yazdirir

    Bilinen öyküye göre bu türkü Malatyalı Fahri 'ye ait. Yaşar Özürküt bu türkünün sahibinin Eskişehir'in Seyitgazi ilçesinden Mustafa Tuna olduğunu söylüyor. Türkünün öyküsünü dinlemek üzere Mustafa Tuna'yı Seyitgazi'de bulup onunla söyleşi yapıyor.

    Mustafa Tuna sevdiği kadına yazdığı bu türküyü gizliyor. Çünkü bu aşk bu türkü bilinmesin istiyor. Kadın başkasıyla Mustafa Tuna başkasıyla evleniyor. İkisinin de çocukları oluyor.
    Öyküyü Mustafa Tuna'nın anlatımından aktarıyorum: ''Kızın babası Rum'dan dönme idi. Babam 'Ben soyuma Rum kanı katmam' diye itiraz etti... Belki de isabetliydi. Gönül ferman dinlemediği için biz kızı kaçırmaya karar verdik... Benim aracı kadınlarım vardı. Haber getirip götüren. Onlardan kızın ertesi gün çeşmeye geleceğini öğrendim. Bir yandan da kızın kına hazırlığı var. Bu iş bitiyor biz bunu önleyelim dedik.''

    ''Kızın eviyle Kuruçeşme arasında dar bir sokak var. Arabayı sokağın başına çektik. Bir gün önceden de atları nallatmışız. Kız testileri su doldurup omzuna almış. Sokak dar kaçacak göçecek yer yok. Sabahın da körü. Kızı yakaladım. Duvara çarptım. Omzundaki su testileri kırıldı. Kucaklayıp arabaya attım. Atları kırbaçladık. Yola koyulduk... Arabacı yolu şaşırdı. Eskişehir yoluna saptı. Zaten arabacı Raşit saralıydı. Nöbeti tuttu titriyor. Bir elimle kızın ağzını kapatıyor ötekiyle Raşit'i tutuyorum. Yuları kavrayıp atların sırtına bineceğim ama bu defa ötekiler arabadan düşecekler. Atlar başıboş koşuyorlar. Aniden bir de karşıdan kamyon çıktı. Kamyonu gören atlar ürktü anayoldan çıkıp orman yoluna saptı araba... Kızıltepe Ormanı diyoruz şu karşıdaki orman. O arada millet de peşimize düşmüş. Jandarma süvarisi bir yandan çevirdi; kızın nişanlısının akrabaları öte yandan üstümüze geldiler... Teslim olmak zorunda kaldık.''

    ''Götürdüler tevkif ettiler. Bir seneye mahkûm edildim. Yıl 1944 tek parti dönemi... Ben Seyitgazi'de ilk yirmi yedi günlük hapisliğimde sazla türküyü söylemeye başlamıştım. Hapishaneden dışarıya taştı türkü.. Öyle meşhur oldu ki türkü Eskişehir yıkılıyor... Ben günümü tamamlayıp çıkacağım sırada Hakkı Efendi yani kızın babası haber gönderiyor 'tahliye olduğunda doğruca bize gelsin görüşelim' diyor. Ama babam kabul etmiyor. Ben babamı karşıma alıp da onlara gitmedim.''

    ''Ben kızla görüşüyorum ama babasına gitmedim. Hatta hiç unutmuyorum aracılar vasıtasıyla kız bana bir çevre göndermişti. Baktım olmayacak babam reddediyor 1948'de terk-i diyar eyleyip Ankara'ya gittim.'' Mustafa Tuna evleniyor. Sevdiği kız da evleniyor. Uzun yıllar sonra Seyitgazi'ye dönmüş. Sevdiği kadının adını söylemek istemiyor. Çünkü o da orada yaşıyormuş.

    İşte ünlü türküden bazı bölümler: ''Karadır kaşların ferman yazdırır/Bu aşk beni diyar diyar gezdirir/Lokman Hekim gelse yaram azdırır/Yaramı sarmaya yar kendi gelsin''
     
  12. ......

    ...... Misafir



    eLa GöZLü NaZLi YaRi

    Çıkarttın allan kara bağladın
    Yüreğimi aşk oduna dağladın
    Bir yar için on beş sene ağladın
    Ey Ferrahi gül dedim de gülmedin.

    Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan'ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz erliği yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızım Ferrahi'ye vermeye razı olu yor ama sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor.

    Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine'dir. İki gönlün bir olması engellenince alır başım çıkar sıladan. Başlar gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi'nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık için en önemli şeyini sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına. Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adım Emine koyar. Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi soluğu olur. Baba çalar küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan Emine'nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir. Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece baba-kız geçim derdini birlikte yüklenir birlikte paylaşırlar. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları'na katılırlar. Şimdi 1967 yılında Konya'da yapılan Aşıklar Bayramında Mihri Hatun ödülünü kazandıran türküsünün sözlerini sunuyoruz.

    Ela gözlü nazlı yari
    Görem dedim göremedim
    Boş kalmıştır kavil yeri
    Varam dedim varamadım.

    Gönlümün gülü nerede
    Engeller durmaz arada
    Emine'yle ben murada
    Erem dedim eremedim.

    Şeker kaymak tatlı dili
    Kınalamış nazik eli
    Koynundaki gonca gülü
    Derem dedim deremedim.

    Şahinim yok çıkam ava
    Ne yaptımsa aldım hava
    Kuşlar gibi ben bir yuva
    Kuram dedim kuramadım.

    Gel derdini bana anlat
    Ben kimlere edem minnet
    Dediler ki bağın cennet
    Girem dedim giremedim.

    Mehmet Ali asıl adım
    Ferrahi'yi pirle kodum
    Gurbet elden dönem dedim
    Duram dedim duramadım...

    Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler. İşte Ferrahi'yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi'nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında bir bir çok koşma güzelleme gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar Bayramı'na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine'yle birlikte birincilik ödülü aldı. 1967 Yılında Konya'da <<Mihri Hatun>> türkü ödülünü ertesi yıl da yine Konya'da Köroğlu ödülünü aldılar. Ferrahi'nin öyküsünü çok sevilen bir türküsünün şiiriyle erdiriyoruz.

    Ah neyleyim gönül senin elinden
    Her zaman ağlarım gülemem gayrı
    Ben bıktım usandım elin dilinden
    Terk ettim sılayı dönemem gayrı.

    Gönül ben sırrına eremedim ki
    Gonca gonca güller deremedim ki
    Kaybeyledim (aneyledim) dostu göremedim ki
    Aylar yıllar geçse göremem gayrı.

    Ey Ferrahi yandım yar ateşine
    Neler gelir gariplerin başına
    Ağlayarak geline mezar taşıma
    Uyanıp da sana gülemem gayrı. ​
     
  13. ......

    ...... Misafir



    CöNGüN FaTMa

    Bundan yıllar öncesiAfyonun Sandık'lı ilçesinde yaşamış Fatma isminde bir köy kızı vardır.Genç yaşta anne ve babasını kaybeden Fatma köyün ileri gelenleri tarafından büyütülmüşve genç kız olmuştur. Küçük yaştan beri her işe koşan Fatma büyüyünce de etrafa yük olmamak için çiftini kendi sürerekinini kendisi biçerharmanını kendisi kaldırır. Dağdan yakacak
    odununu bile kendisi getirirmiş. Tez zamanda ünü çevre köylere kadar yayılmıştır Fatma'nın. Herkes bu kızı kıskanır olmuş. Fatma cesur mu cesur çalışkan mı çalışkan beldesinde de çok sevilen birisi haline gelivermiş. Fatma Bayram ve düğünlerde çok güzel oyunlar sergilermiş. Döne döne çöke çöke oyunlar sergilediği için bu kıza çevre halkı Çöngün Fatma derlermiş. İşte böyle güle oynaya geçen günlerden sonra: Fatma yalnız yaşadığı için kendini güven altında tutmak kötülere fırsat vermemek amacıyla iki kama taşırmış. Kama'ların birini ayağındaki yün çorabın içinde diğerini de belindeki kuşağın içinde saklarmış. Fatma'yı kıskanan çevre köylerin gençleri; Nasıl oluyor da bu kız kimseden korkmuyor. Şunu bir sıkıştıralım da görsün diye fırsat kollarlarmış.

    Günlerden bir gün dağa odun kesmeye gittiğinde yakın köylerden üç delikanlı ormanın içinde Kanlıdere mevkiinde Fatma'nın yolunu keserler. Alaycı ve tiksindirici sözlerle Fatma'yı sıkıştırmaya başlarlar. Fatma her ne kadar yalvarıp yakardıysa da bu gençlerden tatlılıkla kurtulamayacağını anlar. Çok güzel kullandığı kamasını belinden çıkararak en yakın delikanlıya atar. Kalbinden kamayı yiyen delikanlı oracıkta can verirken diğer kamasını da çarığının arasından çıkararak ikincisini de vurur.

    Bu vaziyeti gören delikanlıların üçüncüsü oradan hemen kaçar. Köye gelip olayı ölen arkadaşlarının ailelerine anlatır. Bu acı haberi alan köylüler öbek öbek dağın yolunu tutarlar. Olay yerinde iki kurbanın başında ağlayan Fatma diğer adıyla Çöngün Fatma o anda köy tarafından gelen köylüleri görünce yaptığı işin kötü bir olay olduğunu köylülerin yüzüne nasıl
    bakacağını düşünerek baltasını ve ekmek çıkınını alır ormana doğru giden yolda kayıplara karışır. O günden sonra Çöngün'ün izine rastlayan olmaz. O zamandan bu zamana türküsü söylenmekteoyunu oynana gelmektedir.


    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Çöngünün uykusu yoktur
    Kimseden korkusu yoktur
    Hep söylenenler bana
    Benim günahım yoktur.

    Kalay'ı vurdum yere
    Yıkılsın kanlı dere
    Çok yalvardım olmadı
    Geldik kanlı yere ​
     
  14. ......

    ...... Misafir



    YOZGAT SÜRMELİSİNİN HİKAYESİ



    Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının yeşillik etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır hayatlarını bu yoldan sağlarlardı.

    Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.

    O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış ahu gözlü sürmeli kaşlı ayyüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey ailesini salarak babasından sevdiğini istetir mağrur adam kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler ağalar girer ama boşuna bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.

    Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beş çamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediğ işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri.​
     
  15. ......

    ...... Misafir



    Kiraz Aldım Dikmeden


    Bolu'nun bir köyünde köyün zenginlerinden birinin Halime isminde güzel bir kızı vardır. Güzelliği dillere destan bir kız. Bütün köy delikanlıları ona tutkundur. Gece gündüz onun hayaliyle yaşarlar. Ama o Mehmet isimli yakışıklı bir genci sevmektedir. İki genç vakit buldukça taş basında buluşurlargelecekteki günlerini hayal ederler.

    Taşbaşı denilen yer üç başı uçurum bir dağ başı. Onlar öyle her an hayal kuradursunlar bir gün acı bir haber gelir kulaklarına. Babası Halime'yi şehirde oturan zengin birine verecektir.

    Genç'lerin ve onların sevdalarını bilen köy halkının yalvarma ve yakarma ve yakarmaları boşa gider. Babası kararlıdır. Gelin gideceği gün Halime gelinliğini giyeceği yerde Mehmet'le buluşup yine Taşbaşına giderler. Ertesi gün Taşbaşında bu iki sevgilinin cesedi bulunur. Babası pişman köy halkı üzgündür. Ama vakit çok geçtir artık.


    KİRAZ ALDIM DİKMEDEN
    Yöre:Bolu/Mengen

    Kiraz aldım dikmeden
    Halime'm dallarını bükmeden
    Bir armağan ver bana
    Halime'm ben gurbete gitmeden.

    Tombalacık Halimem Taşbaşına gel
    Ben gidiyorum Bolu'ya düş peşime gel

    Ocak başında kaldım
    Halimem ince fikire daldım
    Kapılar açılırken
    Halime'm seni geliyor sandım.

    Tombalacık Halimem Taşbaşına gel
    Ben gidiyorum Bolu'ya düş peşime gel​
     
  16. ......

    ...... Misafir



    İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar

    Ne haldayım ala gözün süzenler
    Ne olur suna boylum gör beni beni
    Eşinden ayrılıp yaslı gezenler
    Her sabah her akşam der beni beni

    Der ya! İnsan eşinden ayrılır da "vay beni beni" diye yakınmaz mı? Döğünüp yakınmakla kalmaz insan az buçuk şairliği âşıklığı varsa; saza söze döker içini. Tıpkı Hüseyin gibi.

    Hüseyin garip bir köy çocuğu. Sivas köylerinden birinde doğmuş. Askere gidene dek hiç ayrılmamış köyünden. Ne zamanki askerliğini yapmış dönmüş köye anası çekmiş dizinin dibine. "Bak oğul gayrı zamanıdır; seni everelim. Tez zamanda torun ver bana. Evimiz şenlensin" demiş. Ana sözü ata sözü. Ne desin Hüseyin. Bulmuş dengince birini evermiş Hüseyin'i. İyi ama geçim zor. Tarla takım hak getire. Şu kapı senin bu kapı benim. Irgatlık tutmaklık karın doyurmuyor ki. Üç günlük yiyecek çıkıyor sonrası yok. Bir gün anasına "Bak ana ikiydik üç olduk. Yakında dört olacağız. Bu geçim geçim değil bir şeyler yapmak gerek. Ben gurbete çıkıp iş tutmak istiyorum. Üç-Beş kuruş biriktirir de bir kaç dönüm tarla edinirsek bir güvenimiz olur. Eker biçer geçinir gideriz". Anası "hık-mık" etmiş ilkin bakmış ki Hüseyin kafasına takmış bir kere. "Yolun açık olsun oğul. Sağlıkla git sağlıkla gel" demiş. Hüseyin anasıyla karısıyla vedalaşıp tutmuş gurbetin yolunu. Şurası senin burası benim derken varıp İstanbul'a ulaşmış. Ulaşmış ya ha deyince iş bulamamış. Ekmek aslanın ağzında. Sokaklar işsiz dolu. Bir hemşehrisinin kaldığı hana yerleşmiş Hüseyin. Handakilerin çoğu gurbetçi. Çoğu da işsiz. Hazırdan yiyorlar. İlkin ufak tefek günlük işler bulmuş Hüseyin. Boğaz tokluğuna çalışıyor nerdeyse. Elinde avucunda bir şey kalmıyor. Bir dolu iş değiştirdikten sonra bir fabrikaya girmiş işçi olarak bir gün beş gün bir ay beş ay. Değişen bir şey yok. Hüseyin üç kuruş biriktirip bir yana atmaktan öte geçim sıkıntısına düşmüş bir de. Sıla özlemi bir yandan; geçim derdi bir yandan. Bir de yalnızlık sarmış ki duygularını. Eh!.. Milyonluk bir kent; bir tek de Hüseyin. Yollar sokaklar insen seli. İnsanlar şen insanlar şakrak. Bir tek Hüseyin garip. Boynu bükük Hüseyin arada bir mektup yazıyor köyüne. Bir iki satır da onlardan geliyor. Ama yetmiyor ki! Geçim bir yandan sıla özlemi bir yandan. Bir de on dönümlük tarla var ki gönlünde. Şöyle güzelinden sulusundan. Taşı eksen bitirir cinsinden. Sözün özü karma karışık Hüseyin'in kafası. Bir dalıyor. Kayboluyor. Gidiyor köyüne. Elleri dolu dolu. Anası karısı hısım akrabası bir güzel karşılıyor. Sarmaş dolaş. Giysilik kumaşlar pabuçlar urbalar. Tarlalardan tarla beğeniyor. On dönüm. Ama tarla! Taşı eksen bitirir cinsinden. Kolları sıvıyor. Bir ekin ekiyor. Bir ekin ki o yörede görülmemiş. Boy dersen insan kaybolur içinde. Başaklar koca koca. Bir gür bir iştahlı ki gören maşallah demeden geçmiyor. Çok yoruluyor Hüseyin. Ter alnından şıpır şıpır damlıyor. Ama olsun. Emek olmadan yemek olmazmış. Böyle demiş atalarımız. Olsun! Ter olsun. Ter iyidir. Ter malı haller "Ter.. Ter" diye inlerken Hüseyin bir eli de otomatik dokuma aracının kolunda bir ileri bir geri gidip gelmektedir. Birden öylesine "ter" diye bağırır ki yanından bir el uzanır Hüseyin'in omuzuna. " Ne o Hüseyin gardaş hasta mısın? Kendi kendine konuşup duruyorsun. Hem hiç bu kadar terlemezdin çalışırken. Bir şeyin mi var?"

    Hüseyin ayıkır birden "Şey bir şeyim yok be bacı. Memleketi düşünüyordum da."

    Gün o gün!. saat o saat. Artık Hüseyin de bir dost edinmiştir. Milyonluk kentte yalnız değildir artık. Derdini anlatacağı yardım anlayış göreceği bir dostu olmuştur. Hüseyin'in de. Bir dost ki tertemiz. İyi. Doğru. Çalışkan. Bir dost ki sıcaklık veriyor insana. Yanında huzurlu oluyor insan. Leb demeden leblebiyi anlayıp elini uzatıyor Hüseyin'e.
    Gün günü ay ayı eskitiyor. Geçen her günle dostlukları daha da pekişiyor Hüseyin'le komşu makinada çalışan işçi kadının. Dostluk öylesine gelişiyor ki gün geliyor Hüseyin onsuz; o Hüseyin'siz olamayacağını anlıyor. Uzun sözün kısası evleniyorlar. İyi ama Hüseyin evli zaten. Köyünde bekleyeni var. Ama gönül ferman dinler mi? Kimbilir gönül mü ferman dinlemedi yoksa Hüseyin aradığını bulduğu için mi başka şeyi düşünemedi orası kayıp? Bir de şu var ki köyünde evlenirken hiçbir tercihi olmamıştı Hüseyin'in. Yani "şu kız mı bu kız mı" denmemişti. "Dengi dengine" demişti anası o kadar. Hiç tanımadığı huyunu suyunu bilmediği biriyle evlendirilmişti Hüseyin. Bütün bunları bir yana itmiş miydi? Anasından köyünden kopmuş muydu Hüseyin?. İşte orasını bilmiyoruz işin. Eğer köyünden anasından karısından kopsa öyküsünü sunduğumuz türkü olmayacaktı bugün.

    Anasını karısını köyünü birbir anlatmış Hüseyin Suna'ya. Suna da hiç birine olmaz dememiş. "Senin köyün benim köyüm. Senin anan benim anam sayılır. Karınla da bacı kardeş gibi geçinip gideriz. Köyün şartları dersen seninle olduktan sonra her güçlüğü yenerim ben" der. Eee devir de eski devir. Arkadaş sen resmen evlisin. Bir daha evlenemezsin. Yasaktır diyen yok.

    Sırt sırta bir süre daha çalışıp köye dönmüşler. Dönmüşler ya Suna İstanbul kızı. Ne de olsa konuşması giyinişi davranışı değişik. Kendisi iyi hoş! Öyle kendini beğenmiş cinsinden değil. Zaten öyle olsa kalkar alıştığı çevreyi bırakıp köyün şartlarına razı olur muydu? Olurdu ya da olmazdı! Sorun o değil. Asıl sorun kentte doğmuş büyümüş kızın köy şartlarına tez zamanda uyamaması. Almış ortalığı bir dedikodu:

    "Hüseyin"in İstanbul'lu avradı çarşaf giymiyor. Hüseyin'in avradı ite köpek diyor. Hüseyin'in avradı aşağı Hüseyin'in avradı yukarı. Bir iki olsa neyse ne! Gün yok ki yeni bir dedikodu gelmesin Hüseyin'in kulağına.
    Doluya koymuş almamış boşa koymuş dolmamış. İnsan çeşittir demiş. Kısım kısımdır demiş. Her insan doğduğu büyüdüğü yerin şartıyla oluşur demiş. Ama dinleyen kim? Her önüne gelen veryansın ediyor Hüseyin'in İstanbul'lu karısına. Hüseyin'se duygulu bir insan. Sanatçı yanı da var biraz. Sazı dinlenir sözü sohbeti yerinde. Ama ne etmişse alamamış dedikoduların önünü. Uykuları kaçar olmuş. Hayal meyal düşlerle uyanır olmuş. Uyanmak için uyumak gerek. Uyuyamıyor ki Hüseyin. Giriyor yatağa çıkıyor yataktan. Kirpik kirpiğe değmiyor. Hayal mi düş mü karmakanşık duygular içinde.

    "Bu böyle sürüp gidemez bir şeyler yapmak gerek" diyor ve kararını veriyor. "Haydi İstanbul'a gidiyoruk. ***** babanı göresmişsindir. Aylar geçti görmedin onları" diyor Suna'ya. Suna itiraz edecek oluyor. "Değmez o yolu çekmeye. Hele yaz olsun. Gidip gelmesi kolay olur" diyorsa da Hüseyin kararlı. Artık bu huzursuzluğa bir son verecek. Kalkıp düşüyorlar yola. İlçeye gelip biniyorlar trene. İkinci istasyona geldiklerinde Hüseyin'in bir elinde sazı bir elinde su testisi iniyor aşağı. Su doldurup geleceğini söylüyor. İniş o iniş. İki dakika. Üç dakika geçiyor Hüseyin yok. Tren usul usul hareket ediyor yine ortalıkta yok. Suna bir bekliyor iki bekliyor sarkıyor pencereden çevreyi gözetliyor Hüseyin yok. Arka kapılardan binmiştir deyip oturuyor yerine.
    Aşağıda Hüseyin trenin hareketiyle çıkıyor gizlendiği yerden. Alıyor sazını eline. Oturuyor bir taşın üstüne. Vuruyor tellerine sazın. Vuruyor ki kızgın öfkeli özlemli. Yalvarıyor mu bir şeylere baş mı kaldırıyor orası kayıp!

    İnsan kısım kısım yer damar damar
    Kaşların lamelif gözlerin kamer
    İnce bel üstüne olayım kemer
    Yakışır güzelim gör beni beni

    Hüseyin der İstanbul'a gideyim
    Değmen bana bu dertten öleyim
    Güzelim kapına köle olayım
    Müşteri bulursan ver beni beni

    Ve avuçlayıp yüreğini koyuyor ortaya. Köle olup satılmaya razı. Ama ayrılmak gelmiyor içinden Hüseyin'in. Ayrılmak gelmiyor ya Suna'yı trene bindirip İstanbul'a gönderen de kendisi. Oturup ağıdını yapan da.
    Ne diyelim. Diyeceğimiz şu; kara tren almış götürmüş Suna'yı İstanbul'a. Hüseyin de dönmüş köyüne. Dönmüş köyüne ama hali hal değil Hüseyin'in. İçine kapanmış. kimseyle konuşmuyor. Eski neşesi bitmiş Hüseyin'in. Bir tek dostu bağlaması. Çekiyor döşüne çalıyor söylüyor. O kadar. Günde özlem dolu sevgi dolu bir kucak türkü kalıyor Hüseyin'in günden de eriyip akıyor. Rengi soluyor. Benzi atıyor. Çok geçmeden de genç yaşta göçüp gidiyor dünyadan. Ardında tümü de özlem dolu sevgi dolu bir kucak türkü kalıyor Hüseyin'in. ​
     
  17. ......

    ...... Misafir



    YARİM İSTANBUL'U MESKEN Mİ TUTTUN

    Güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına. Elinde su testisi köyün çeşme başında sıraya girmişti. Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki on üçlerine. Düğün davulları aynı gün birlikte döğülen Hatça'yla Zalha'nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı.

    Derin bir iç geçirdi.

    Bir çocuğu olsaydı bâri. Oğlan değil kızı. O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında. Çeşmeden su getirmese bile evde aşa muşa el atar ortalığı toplar anasına can yoldaşı olurdu. Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri istemezdi kız evlât. Erkek olmalıydı çocuğu. Erkek olmalı babası gibi bilekli kocaman kocaman elli ayaklı kaşı gözü kudretten sürmeli. On yaşına varmadan çifte çubuğa el atmalıydı. Yedi yıldır İstanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu. Babasının soyunu sürdürmeli köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:
    Gene derin bir iç geçirdi.

    Yedi yıl yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol seyranı renkli İstanbul'da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda gül yüzlü bal dudaklı kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya... Ağlıyası geldi birden. Düşünmek istemiyordu bunu. O pençeli o tuttuğunu koparan o boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini. "Vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert. "Günahı vebali varsa ona. Kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda. Hele böyle bir şey olsun...."

    Yanında bir karaltı. Kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti sildi elinin tersiyle gözlerini.

    Resullarin Emine anaydı gelen:

    - Ne o kınalı kekliğim benim? dedi. Öksüzüm yavrum. Ne ağlıyon? Telâşlandı:
    - Yoook ağlamıyorum nene...

    Gün görmüş umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı:
    - Ağlıyon kınalı kekliğim sürmelim ağlıyon. Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi. Onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya. O nerde? Hani?

    "Kınalı keklik" gene derinden bir çekti. Güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı. Gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri. Varsın aksınlardı Nene'nin dediği gibi öksüze bu dünyada gülmek yoktu. Keten yelekli burma bıyıklısı İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını. Dili de varmıyordu ama unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? Hıçkırdı. Genç yaşlı kadınlar ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına. Sormadılar hiçbir şey. Biliyorlardı. Sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? Biri:
    - Sus bacım dedi. Sus! Bir başkası:
    - Gözlerinden döktüğüne yazık!

    Sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu:
    - El oğlu değil mi? En iyisinin köküne kibrit!
    -Vallaha Amasyanın bardağı biri olmazsa biri daha bence..
    - En doğrusu bu ama....
    - Dinlemiyor ki!
    - Bu gençlik bu tâzelik...
    - Yedi yıl yedi yıl anam. Dile kolay. İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?

    Sıkıldı bunaldı. Ağlamıyordu artık. Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu o da varsın istidayı boşansın bir güzel varsındı bir başkasına. Elini sallasa ellisi başını sallasa...

    Duramadı karıların arasında. Onüçünde bulup yitirdiği yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti. Testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına. Testi dola dursun gittiyse keyfinden mi gitmişti. İstanbul'a? Gözü kör olasıca yokluk. Düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için. O gece o gece işte nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı saçlarını neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek çok değil yazı orda geçirip güze olmazsa kışa koynunda desteyle para dönecek. O zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa eh gayri keyfine son olmıyacaktı!.

    Başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı.
    Yedi yıl yedi koca yıl!
    Kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri..

    Testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana altı yaşında mı olurdu? Bösböyük palazlanmış delikanlı. Akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? Babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya birlikte mi giderler hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının kokusunu mu taşırdı?
    - Kınalı keklik kaldın gene. Bak testin doldu taşıyor!

    Kendine geldi. İnsanoğlunun aklına şaştı. Gözleri testisindeydi güya. Testisinde olduğu halde görememişti dolduğunu.

    Çekti lülenin altından. Güldü acı acı.

    Tuttu evinin yolunu. Tuttu ya şimdi de aklından köyün yaşlıları gençleri kaynaşmağa başlamıştı. Her kafadan bir ses:
    - Deli anam deli bu!
    - Doğru bacım deli..
    - Beni yedi yıldır sılamda unutacak da..
    - Ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha?

    Sonra kafa kafaya fısıl fısıl bir konuşma. Ah bu konuşma ah bu konuşmalar... Evden içeri girerken Dursunların Hacı'yı hâtırladı elinde olmıyarak. İnce kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli. Testiyi bıraktı kapının yanına geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla. Odada kimse yoktu tek başınaydı ya deminki karılar kızlar orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı. Alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:
    - Dursunların Hacı Kara Hacı başınızda parçalansın. Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte bağlamıyacağım!

    Kara Hacı da neydi ki sırma bıyıklı Ali'sinin yanında? Değil yedi yıl on yıl dönmese sılasına onu gene unutamazdı işte!

    Güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına. Gece iniyordu köye ağır ağır. Loş oda farkına varılmaksızın kararıyor derinleşiyordu. Derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü. Sonra ağır ağır yükseldi göklere ufaldı bakır kızılını yitirdi pırıl pırıl yanmağa saz örtülü dumanlarıyla kerpiç evleri süslemeğe başladı.

    Canı ne yemek istiyordu ne de su.

    Gel desen gelmez miydim? Şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım?

    Ali bakıyordu sadece bakıyordu.

    Oysa hem ağlıyor hem söylüyordu:
    - Ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? Yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı?

    Ali susuyor boyuna susuyordu. Taştan ses çıkıyor Ali'den çıkınıyordu. Sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya:
    - İnsafsız yedi yıl oldu sen gideli diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil. Birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına. Buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz. Durmadın sözünde Ali'm. Sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız?

    Fakat Ali hiç ses vermeden bakmış bakmış sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta. Bağırmıştı ardından bağırmış bağırmış... Fakat Ali...

    Uyandı. Güneş bir mızrak boyu yükselmişti Kalktı yaslandığı yerden:
    - Hayırdır inşallah dedi.

    Kalktı usulcak gitti kapıya örttü kalın tahta sürgüsünü itti. Ne olur ne olmazdı. Kara kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü. Köy bakkalında kafayı çekip elinde saz düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına. Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş ne de çeşmeye giderken yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti. Kesmemiş lâf da atmamıştı ama köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu Kara Hacı'ya! Yedi yıldır İstanbul'u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi. Dünya çoktan silinmiş ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden.

    Devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu.
    Uykusunda düş.
    Düşünde İstanbul gurbeti. Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin. Ali'sini aramağa gitmişti düşünde. Bulmuştu da. Güzellerin arasındaydı. Bir kıyıdan bakıyordu. Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. Bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını.

    O zaman o zaman işte gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti. Ali şaşırmış bırakıp güzellerini koşmuştu yanına. Açmıştı ağzını Ali'sine yummuştu gözünü:

    - İstanbul'u mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün beni unuttun mu? Sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa?

    Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun aman
    Gördün güzelleri ben unuttun aman
    Beni evinize köle mi tuttun aman

    Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
    Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman

    Yarim sen gideli yedi yil oldu aman
    Diktigin fidanlar meyveye döndü aman
    Seninle gidenler silaci oldu aman

    Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
    Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman​
     
  18. ......

    ...... Misafir



    Ağ Gelin


    Bir ağıt olan “Ağ Gelin” Kayserinin bir çok yerinde bilinmekle beraber özellikle Avşarlar arasında çok sevilerek söylenip dinlenmektedir. Kızlar gelin giderken kınalarında bu ağıt söylene gelmiş; bir çok genç kız annesinin sıcak bağrından ayrılırken bu ağıt ile ağlatılmış bu ağıt ile erinin evine yollanmış. Bu ağıt gönüllerde sevgi olmuştur. Öyle ki bu sevgi Ağ gelini halaya bile yakıştırmıştır. Çoğu köyde halay tutanlar halaya başlamadan önce davul ve zurnacıdan mutlaka ağ gelini çalmalarını ister. Bir ağırlamaya veya hareketli halaya geçmeden önce zurna eşliğinde çalınan bu havanın ezgisine; dizili olan oyuncular Ağ gelinin türküsünü söyleyerek aynı zamanda sağa-sola doğru çok yavaş bir şekilde sallanarak halaya hazırlanırlar. Dadaloğlu’na da dayandırılan bozlak şeklindeki bu türkünün bitiminden hemen sonra ise hızlı bir halaya geçerler.

    Ağ Gelin’in Develi’de yaygın bir efsane şeklinde anlatıldığını belirten Kadir Özdamarlar taş kesilme motifine uygun olan bu ağıtın öyküsünü şu şekilde anlatmaktadır.

    “Koçgun devri adı verilen 1603-1607 yıllarındaki isyan ve soygun hareketlerinde Develi’de etkilenmiştir. 1603 yılında ünlü eşkıya Tavil mehmet’in yine Han Mehmet adındaki eşkiyanın yaptığı kötülükler ile aşiretler arasındaki kanlı çatışmalar meşhurdur.

    Ağ gelin efsanesi de bu kötü günlerin izlerini taşımaktadır. Efsanenin halk tefekküründeki gelişimi şöyledir:

    Develi’den bir Türkmen obası Erciyes’in güney eteklerinde bir yaylaya çıkarlar. Bu obada ahlaki ve fiziki güzelliğinden dolayı Ağ (Ak) Gelin adı verilen bir gelin vardır. Kocası ve iki çocuğu ile beraber mutlu yaşarlarken kocası gurbete çalışmaya gitmiştir. Develi çevresinde yaşayan bir eşkıya güzelliği ile şöhret bulan Ak Gelin’e göz koymuştur. Sahipsizliğinide anlayınca bir gece obayı basarak kaçırmak ister.

    Namus timsali Ak Gelin olayı anlar gece karanlığında iki çocuğunu ve küçük sandığını yanına alarak karışıklıktan da faydalanarak gizlice Erciyes’e doğru kaçar. Erciyes’in ortalarında öyle bir yere gelir ki ilerisi uçurum gidilmez. Geriye dönse eşkıya. Gözyaşları ve çaresizlik içerisinde ellerini açar ve Allah’a yalvarır:

    -Allahım! Beni ve çocuklarımı ya taş et ya da kuş.

    Duası kabul edilir. İlk defa taş et dediği için onlar taş kesilir. Güneş doğunca oba sakinleri ve eşkıya; Ak Gelin iki çocuğu ve çeyiz sandığının hayretle ve şaşkınlıkla taş kesildiğini görürler.

    Günler sonra obaya dönen kocası olayı annesinden öğrenir. Koşarak ailesinin taş kesildiğini görür. Uzaklardan bir ses duyar:

    -Yiğidim namusunu bir eşkiyaya çiğnetmedim. O eşkiyadan ahtımı koma.

    Bu ses Ak Gelin’in sesidir. Delikanlı taş kesilen ailesine bakarak:

    -Alırım ahtını koymam Ak Gelin diye haykırır. ”

    Türk milletinin gönlünün sesi olan Dadaloğlu Ağ Gelin türküsünde de kendini göstermiştir. Dadaloğlu tarafından söylendiği belirtilen Ağ Gelin’in Kaman’da söylenen bir hikayeside şu şekildedir. Ağ Gelin’in gerçekte Hamitli Cerit kızı olduğu aynı zamanda da Dadaloğlu’nun karısı olduğu belirtilmektedir. Dadaloğlu eve gelmemiş karısına bakmamış. O da aşiretine dönmüş. Hamit’e yerleşmiş. Dadaloğlu Uzun yıllar karısını arayıp sormayınca O da evlenmiş. İş işten geçtikten sonra Dadaloğlu çıkıp gelmiş. Yanmış yıkılmışoba oba gezip çalıp söylemiş. Kaman’da Mamalı Değirmeni’nde bir bağ evinde öldüğü söylenen Dadaloğlu’nun Tomarza İlçesi Dadaloğlu Kasabasında da mezarı bulunmaktadır.


    Ağ gelin de indim ola yayladan Ağ gelin sürmelim oy.
    Kaşı değil gözü beni ağlatan Ağ gelin sürmelim oy.
    Bu güzellik sana kadir mevlâdan Ağ gelin sürmelim oy.
    Ölürüm de ahtımı koymam sende Ağ gelin sürmeli sevdiğim.

    Sarı yazma pek yakışır güzele Ağ gelin sürmelim oy.
    Sarardı gül benzim döndü gazele Ağ gelin sürmelim oy.
    Ben gidiyom da sen yârini tazele Ağ gelin sürmelim oy.
    Ölürüm de ahtımı koymam sende Ağ gelin sürmeli sevdiğim.

    Bir taş attım karlı dağın ardına Ağ gelin sürmelim oy
    Düştü mola Ağ gelinin yurduna Ağ gelin sürmelim oy
    Senin ile şu beylerin derdine Ağ gelin sürmelim oy
    Alırım ahtımı koymam sende Ağ gelin sürmeli sevdiğim

    Ağ gelin de oturmuş çorap örüyor Ağ gelin sürmelim oy
    Çorabın üstüne güller deriyor Ağ gelin sürmelim oy
    Zalim anan uzaklara veriyor Ağ gelin sürmelim oy
    Alırım ahtımı koymam sende Ağ gelin sürmeli sevdiğim

    Irmak kenarında biter yosunlar Ağ gelin sürmelim oy
    Yosunun üstünde bizi yusunlar Ağ gelin sürmelim oy
    İkimizi de bir mezara kosunlar Ağ gelin sürmelim oy
    Ağ gelin de biri yari desinler Ağ gelin sürmeli sevdiğim

    Ağ gelin oturmuş taşın üstüne Ağ gelin sürmelim oy
    Taramış zülfünü kaşın üstüne Ağ gelin sürmelim oy
    Bir selamın gelmiş başım üstüne Ağ gelin sürmelim oy
    Alırım ahtımı koymam sende Ağ gelin sürmeli sevdiğim



    Ağ Gelin’in Develi Varyantı.

    Sabahtan uğradım ben bir güzele
    Güzel ağlatmadı güldürdü beni
    Ben güzelden böyle vefa ummazdım
    Ak göğsün üstüne kondurdu beni
    Ağ gelin sürmelim sen bilin

    Şahin gibi yükseğinden uçarken
    Keklik gibi engininden geçerken
    Ab-ı kevser ırmağından içerken
    Susuz pınarlarda kandırdı beni
    Ağ gelin sürmelim sen bilin

    Ağ gelin indim ola yayladan
    Kaşın değil gözün beni ağlatan
    Satın mı aldın güzelliğin Mevla’dan
    Alırım ahtımı da koymam seni
    Ağ gelin sürmelim sen bilin

    Erciyes’e ekin ektim yel aldı
    Onbeşinde bir yar sevdim el aldı
    Alırım ahtımı koymam seni
    Ağ gelin sürmelim sen bilin

    Yüce dağ başında yayılır yılan
    Göç gitmiş ailesi çadırı viran
    Var mı bu dünyada sevdiği olan
    Alırım ahtımı koymam seni
    Ağ gelin sürmelim sen bilin

    Sana diyorum sana çanlı kilise
    Verin evrakları gitsin polise(!)
    Kadir Mevlam seni bana verirse
    Alırım ahdımı de koymam seni
    Ağ gelin sürmelim sen bilin

    Bir taş attım karlı dağın ardına
    O da düştü ağ gelinin yurduna
    Bizim ilen şu beylerin derdi ne
    Hiç çareler bulunmuyor derdime
    Ağ gelin sürmelim sen bilin

    Bir taş attım gümbürdesin gölünüz
    Ben gidiyom viran kalsın iliniz
    Alırım ahtımı koymam seni
    Ağ gelin sürmelim sen bilin



    (Kadir Özdamarlar “Develi’nin Meşhur Ak Gelin (Ağ Gelin) Efsanesi” Develi Belediyesi Haber Bülteni Develi 2-3/2002 Y. 3 S. 8 s.15.) ​
     
  19. ......

    ...... Misafir



    Yandım Hudey Türküsü (Türkmen Gelini)

    Seferberlik yıllarında askere alınanlar ya çok uzun yılar sonra döner yada hiç dönmezlermiş. Hele bu gidilen yer Yemen ise geri dönme ihtimali hemen hemen hiç olmazmış.Çünkü gidenlerin çok azı sağ olarak geri dönüyormuş. Erzincan’dan bir delikanlı uzun yıllar sevdiği kızla nihayet evlenir.Gelinle bir hafta bile birlikte kalmadanaskere alınarak yemene
    gönderilir. Bunun üzerine hem gelin hem de kendisi çok üzülür ama; Çare yoktur vatan hizmetine gidilecektir.

    Askere giden delikanlıdan uzun bir zaman haber alınamaz. Bunun üzerine kendisinin öldüğüne kanaat getirilir. Bir süre sonrada bu delikanlının babasıoğlunun hanımını yani gelinini kendisiyle evlenmeye ikna eder ve geliniyle evlenir.
    Aradan birkaç sene geçer. Delikanlı bin bir türlü meşakkat!ten sonra askerliğini bitirerek Erzincan'a döner köyüne gider. Evine varır ki hanımı ev damında hamur yoğuruyor. Hanımı kendisini görünce şaşkınlık geçirir ve ağlamaya başlar. Delikanlı hanımına sevineceği yerde neden ağladığını sorar. Hanımı iki gözü iki çeşmedurumu olduğu gibi delikanlıya anlatır. Delikanlı bu durum karşısında beyninden vurulmuşa döner. Delikanlının başına gelenlere köy halkı da çok üzülür. Bu acıklı durumu;Delikanlının ağzından aşağıdaki türkü ile dile getirirler.

    Ev damına girdim aneyyandım hudey diley diley
    Elleri hamur.
    Gözünden akıyor bir sulu yağmur oy
    Baba nerden aldın aney yandım hudey diley diley
    Sen bu gelini

    Odasına girdim kahve büşürür oy
    Kınalı parmaklar aney yandım hudey diley diley
    Fincan düşürür
    Seni gören aşık aklın şaşurur oy
    Baba nerden aldın aney yandım hudey diley diley
    Sen bu gelini

    Odasına girdim namaz’a durmuş oy
    Kaşları gözleri aney yandım hudey diley diley
    Kendine uymuş
    Seni gören aşık aklın şaşurmuş oy
    Baba nerden aldın aney yandım hudey diley diley
    Sen bu gelini

    Keten köynek giymiş yakası nazük oy
    Koluna yapturdum aney yandım hudey diley diley
    Altun bilezük
    Öpmeye kıyamam sevmeye yazuk oy
    Baba nerden aldın aney yandım hudey diley diley
    Sen bu gelini

    Bacasından çıkmış ayvanın dal’ı oy
    Yüzüne de vurmuş aneyyandım hudey diley diley
    Yazmanın alı
    İşte görünüyor dünyanın halı oy
    Baba nerden aldın aney yandım hudey diley diley
    Sen bu gelini
    Elleri kınalı aney Yandım hudey dily diley
    Taze gelini​
     
  20. ......

    ...... Misafir



    Meyrik Türküsü’nün Hikayesi

    Meyrik Pazarcık ‘ın Damlataş Köyü’nün “Kantarma Obası”nda veremden ölen ve üzerine ağıtlar yakılan güzel bir gelindir

    Meyrik evlenmeden önce verem hastalığına tutulmuştur. Teyzesinin oğlu Hasan’la evlendirilir. Evliliklerinin daha 3.ayında Meyrik hastalanır ve Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ne kaldırılır. Çok geçmeden köye Meyrik ‘in ölüm haberi gelir. Kadınlar toplanır ağıt yakarlar. Olayın en ilgi çekici yanı “Meyrik Türküsü”nün ağıt olarak o anda irticalen Meyrik Gelin’in hem teyzesi hem de kayınvalidesi tarafından söylenmesidir. Yıl 1970’tir.

    Daha sonraları 1971 yılında Aşık Mahzuni Şerif köye gelerek Meyrik Türküsü’nü besteler. Halen Türk Halk Müziği’nin en sevilen türkülerinden biri olan bu yanık türkü birçok sanatçı tarafından söylenmiştir söylenmeye de devam etmektedir.




    Maraş'tan Bir Haber Geldi (Meyrik)

    Maraş'tan bir haber geldi
    Dediler ki Meyrik öldü oy oy
    Keşke Meyrik ölmeseydi
    Kesileydi elim kolum oy oy

    Oy Meyrik Meyrik Meyrik
    Ben kurbanam sana Meyrik
    Ben hayranam sana Meyrik (vay)

    Doktor yarayı kesiyor
    Gene Meyrik kan kusuyor oy oy oy
    Dediler ki Meyrik öldü
    Anası kime (bana) küsüyor oy oy oy

    Oy Meyrik Meyrik Meyrik
    Ben kurbanam sana Meyrik
    Ben hayranam sana Meyrik (vay)

    Şu Meyrik'in acısına
    Çarşaf serin gecesine oy oy oy
    Keşke Meyrik ölmeseydi
    Sabır onun kocasına (anasına) oy oy oy

    Oy Meyrik Meyrik Meyrik
    Ben kurbanam sana Meyrik
    Ben hayranam sana Meyrik (vay)​
     

Bu Sayfayı Paylaş