14. ve 15. yüzyıllarda osmanlı kurumları hakkında bilgi

'Tarih' forumunda DarknessLuck tarafından 3 Ara 2012 tarihinde açılan konu

  1. DarknessLuck

    DarknessLuck New Member

    Osmanlı hanedanının önderleri başlangıçta basit boy başkanlarıyken

    13. yüzyılda ve

    14. yüzyılın başlarında önce

    Anadolu Selçuklularına, sonra

    İlhanlılara bağlı uç beyi durumuna geldiler.

    Orhan Gazi

    1324'te bey unvanını aldı; ardılları da,

    I. Bayezid Abbasi halifesi tarafından sultan ilan edilinceye değin, hep aynı sanı kullandı. Bu değişimler Osmanlı soyu temsilcisi devlet içindeki konumu ve başlı başına devletin örgütlenişi açısından anlamlıydı. Uç beyi ve hatta bey sıfatıyla Osmanlı yöneticisi hâlâ bir boy başkanıydı; idari ve askeri önderliği çevresindeki öbür


    Türkmen reisleriyle paylaşıyordu. Bütün savaşçı kabile şefleri gibi, ancak askeri işlevleri çerçevesinde ve ancak onları zafere götürebildiği ölçüde bağlılık ve itaat bekleyebilirdi. Bunun ötesinde, genel iç politikaların kararlaştırıldığı meclislerde yalnızca eşitlerden biriydi;

    aşiret, boy ve soylar kendi içişlerinde özerkti. Boy başkanları ve adamları için bey, her zaman erişilebilecek, huzuruna girilebilecek biriydi. Aileler arasındaki anlaşmazlıklara bir ölçüde müdahale edebilirdi.

    Şeriatın ve

    fıkıh bilginlerinin fazla etkisi yoktu; Türk aşiret yasa ve örfleri geçerliydi. Böyle bir durumda hükümet etme sınırlı bir anlam taşıyordu. Her aile, boy ya da aşiret Osmanlıların askeri önderliğini, para ve ganimet olarak ne getirebileceğine bakarak kabulleniyordu. Osmanlı beyleri fethedilen topraklardan vergi topluyor, ganimetin paylaşımında ise çevrelerindeki boy başkanlarından tek farklılıklarını savaş önderi olarak pençik alabilmeleri, yani toplam ganimetin beşte birinin sırf bu işlev karşılığı onlara ayrılması oluşturuyordu. Beyin gücü ve geliri peşinden gelenlerin onayına bağlı olduğundan, otoritesinin kapsamı da, süresi de kısıtlıydı.




    Osmanlı beyliğinin toprakları genişledikçe ve

    Bizans yönetim aygıtı devralındıkça, başlangıçtaki basit yapılanmanın üzerinde gitgide daha karmaşık mekanizmaların yükselmesi kaçınılmaz oldu.

    Sultanlık sıfatını aldıklarında Osmanlı yöneticileri fiilen de yarım yüzyıl öncesine göre çok daha geniş yetkilerle donatılmış, "eşitler arasında birinci" (primus inter pares) konumunu aşmaya başlamıştı. Osmanlı beyi çevresindeki aşiret örgütlenmesi devlet küçük olduğu sürece yeterliydi; boy başkanları ancak bu durumda hem topraklarında kalabilir, hem de yakındaki bir düşmanla savaşabilirlerdi. Ama sınırlar ve düşmanlar üzerinde yaşanan önceden fethedilmiş araziden uzaklaştıkça cephe gerisinde mali ve idari işler ile askeri görevler arasında işbölümünün yaratılması, komutan ve askerler seferdeyken de yeni alınan yerlerden vergi toplanabilmesi, sultanın kişisel hazinesi ile devlet hazinesinin ayrışması gerekti. Dolayısıyla Osmanlı beyliği, 14. ve

    15. yüzyıllar boyunca kendi yayılma sürecinin zorlamasıyla dönüşüme uğradı. Genişleyen imparatorluğun yönetim ve savunma gereksinimlerini karşılayabilecek hükümet ve ordu kurumlarını oluşturarak, kapladığı topraklarda daha önce başka devletler yer aldığı için değil, temelde fetihlerin iç dinamikleri sonucunda devlet haline geldi. Bununla birlikte

    Osmanlı devletinin evrimi, özellikle askeri örgütlenme ve taktikler açısından

    Orta Asya'nın göçebe Türk kuruluşlarından etkilendi; yönetim,

    din,

    hukuk ve

    eğitim kurumlarının

    Sünni dayanaklarının geliştirilmesi ve mukataaya dayalı bir mali sistemin oluşumu açısından da, Selçuklularca işlenmiş biçimiyle Abbasilerin yüksek

    İslam uygarlığının etkisinde kaldı. Saray hiyerarşisi ve protokolü, merkezî maliye,

    Rumeli'nin vergi ve yönetim örgütlenmesi ise daha çok Bizans, bir ölçüde de


    Sırp ve


    Bulgar yönetimlerinin izlerini taşıdı.

    Fetihler sırasında halkın Müslüman olmaya zorlanmamasına karşın, çok sayıda

    Hıristiyan ve

    Yahudi yeni imparatorlukta daha yüksek bir statü elde etmek amacıyla din değiştirdiler. Büyük bölümü ise millet sistemi çerçevesinde korunarak, eski inançlarını baskı görmeden sürdürebildi.

    14. yüzyılda Hıristiyan etkisinin önemli bir kaynağını Osmanlı sarayı ile Bizans ve Balkan sarayları arasındaki evlilik bağları oluşturdu. Bu evlilikler kanalıyla Osmanlı sarayına Hıristiyan maiyetlerin ve danışmanların girmesi, özellikle I. Bayezid'in atalarının basit yaşantısı ve uygulamalarından ayrılarak çevresinde Bizans benzeri karmaşık saray hiyerarşileri ve törenlerinden bir duvar örmesine yol açtı. Bu dönemde

    Rumca ve

    Sırpça da Osmanlı sarayında kullanılır oldu.

    I. Mehmed'in


    1413'teki başarısı ise bir ölçüde I. Bayezid'in sarayındaki Hıristiyan nüfuzuna tepki duyan, onun gazi geleneklerini terk edip Türk ve Müslüman Anadolu'ya saldırmasını bu nüfuza bağlayan aristokratik ailelerin ve Sünni tarikatların desteğiyle gerçekleştiğinden,

    15. yüzyılda Osmanlı sarayına Türk-Müslüman kültürü damgasını vurdu. Buna rağmen bir önceki dönemde benimsenen hiyerarşi, kurum ve törenler derinleşen bir sınıflaşma ve devletleşmeye uygun düştüğünden büyük ölçüde değişmeden kaldı.

    Sultanları tebalanndan yalıtan süreç onları günlük hükümet işlerinden de uzaklaştırdı; padişahlar yetkilerini artan ölçüde Selçuklulardaki gibi vezir denen yürütme görevlilerine devretti ve kişisel katılımlarının yerini resmî yönetim kurumları almaya başladı. Bu dönemde Osmanlı ailesiyle Anadolu'daki lonca ve tarikatlar arasındaki sıkı ilişki korundu.

    Batı Avrupa

    ortaçağından farklı olarak Türk-İslam siyasal kuruluşlarında lonca örgütlenmesi, kentleri merkez alan devletin kendi örgütlenmesiyle hep iç içeydi. Anadolu'daki lonca ve tarikatların üst kademeleri de Büyük Selçuklu, İlhanlı ve Anadolu Selçuklu devletlerinin resmî görevlilerinin soyundan gelenlerle doluydu. Dolayısıyla Osmanlıların lonca ve tarikatlarla yakın ilişkileri Türk-İslam yönetim, gelenekleriyle devamlılığı da sağlıyordu. İslam idari ve mali örgütlenmesinin temel birimi olan mukataa da Osmanlılara büyük olasılıkla bu kanaldan geçti. Her yönetim görevini belirli bir gelir kaynağıyla ilişkilendiren mukataa o göreve getirilen kişiyi kendi "maaş"ını toplamakla sorumlu kıhyor, ama yönetim yetkilerini de mali işleviyle doğrudan ilgili alanla kısıtlıyordu. Osmanlıların bir yandan imparatorluğun çeşitli köşelerindeki yerel vergilendirme yöntemlerini koruyup, bir yandan da bu gelirleri kendi görevlilerine tahsis ederek mukataa birimleri aracılığıyla bütünsel bir sistem yaratmaları zor olmadı.

    Bu gelişme askeri örgütlenme açısından özel bir önem taşıyordu. İlk Osmanlı silahlı kuvveti gerçek anlamıyla bir ordu değildi; kendi aşiret ya da boy başkanlarının komutası ve tarikat şeyhlerinin nüfuzu altındaki göçebe Türkmenlerden oluşuyordu. Ok-yay ve kargı taşıyan bu göçebe süvariler temelde ganimetle geçiniyorlardı, ama gazi kümeleri halinde sınır bölgelerine ya da Hıristiyan diyarlarını fethetmeye seykedilenlere, garnizonlar halinde yerleştikleri toprakların vergileri biçiminde, daha sürekli gelirler de verilebiliyordu. Bu yerel gelir toplama hakları zamanla mukataa biçimini aldı ve mukataa verilen aşiret reisleriyle gazi komutanlarından, adamlarını beslemeleri, donatmaları ve silahlandırmaları istendi. Böylece ortaya çıkan mukataa türü Selçuklu iktala-nna doğru eyrildiği gibi, Osmanlıların tımar denen askeri dirlik tipini de doğurdu. 15. yüzyılda imparatorluğun Avrupa'daki kesimleri gevşek vasalhk ilişkilerinden dolaysız Osmanlı yönetimine geçirildikçe, tahrir denen toprak ve nüfus sayımları aracılığıyla gelirlerinin eksiksiz bir dökümü çıkarılır, bu temelde tımar dağıtımı yapılırdı. Tımar sistemi, taşradaki Osmanlı idari, askeri ve mali örgütlenmesinin belkemiğini oluşturuyordu. II. Mehmed'den sonra iyice yerleşen dağıtım usulleri, ölçü ve kuralları ile tımar sisteminin Batı Avrupa ortaçağ /teflerinden farkı, parçalanmasına, başkalarına devredilmesine, aile mülküne dönüştürülmesine izin verilmemesi, böylece küçük hizmet aristokrasisi olarak sipahilerin bir toprak aristokrasisi halinde yörelerinde kök salma eğilimlerinin törpülenmesiydi.

    Bununla birlikte tımar sistemi başlangıçta çok daha gevşekti; Selçukluların da ilk dönemlerinde olduğu gibi, küçük ikta ya da tımarlardan çok, boy başkanlarına ve gazi komutanlarına blok halinde verilen büyük mukataalardan oluşuyordu. Bu geniş birimlerde beslenen atlıların disiplin açısından yetersizliğini ve yalnızca bunlarla büyük kentlerin kuşatılıp alınamayacağını ilk gören Orhan Bey oldu. Ayrıca devlet kurulduktan sonra, düşman ülkesinde olduğu kadar komutanlarının topraklarında da yağma ve çapulla yaşamayı yeğleyen böyle göçebelerden oluşan bir orduyla düzeni sağlamak ve korumak da zordu. Bu nedenlerle Orhan Bey paralı askerlerden ayrı, daimi bir ordu örgütlemeyi denedi; bu ordunun piyadelerine yaya, atlılarına müsellem dendi. Bu yeni kuvvetin bir bölümünü Osmanlı komutanlarının emirlerine uydukları sürece İslamı kabule zorlanmayan Balkanlı Hıristiyanlar, bir bölümünü de Türkmenler oluşturuyordu. Türkmenlerin sosyoekonomik gelişme düzeyi açısından, yaya ve müsellemlere katılmak, dönüşümlü olarak görev yapılan bir milis gücü içinde yer almak gibiydi. Yaya ve müsellemlerin sayılan arttıkça maaşlarının ödenmesi henüz gelişme halindeki Osmanlı hazinesi için aşın bir yük haline geldi ye bir süre sonra komutanlarına yeni fethedilen topraklardan tımar verilmeye başladı. 14. yüzyıldaki Osmanlı fetihlerinin çoğu bu yeni ordunun geliştirdiği savaş ve kuşatma teknikleriyle gerçekleştirildi. Ama yaya ve müsellemlere de Türk soylulannın kumanda etmesi ve devletin kendi kurucu aristokrasisi ile göbek bağını koparması başka bir yöntemi gerektiriyordu.

    I.Murad ile I.Bayezid ancak 14. yüzyılın sonlarına doğru kapıkulu denen, doğrudan sultana bağlı kölelerden bir askeri kuvvet oluşturmayı denediler. I. Murad bu yeni gücü oluştururken savaş esirlerini de kapsayacak biçimde yorumladığı ganimetin beşte birini alma hakkına dayandı. Bu esirler Müslümanlaştınlıp Osmanlı olarak yetiştiriliyor, orduda olduğu kadar yönetimde de görevlendirilmek için gerekli bilgi ve deneyimi ediniyor, ama nerede olurlarsa olsunlar hep sultamn kişisel hizmetkân sayılıyorlardı. Yüzyılın bitiminde bu kuvvet, özellikle de yeniçeri denen piyade birlikleri Osmanlı ordusunun en önemli öğesi konumuna geldi. Süvarilerin çoğunluğu tımarlı sipahilerden oluşuyor, başıbozuk akıncılarla yaya ve müsellemler ise artık askeri ve siyasal önemlerini yitirip geri hizmetlere geçiriliyordu. Bu çerçevede I.Bayezid'in sorunu, gazi geleneğine aykın görülen bir tarzda darü'l-Islama saldırdığında, henüz yeni kapıkulu ordusu tam yerleşmemişken Türk soylulannın ve sipahilerin desteğini yitirmesinden kaynaklanıyordu.

    I.Mehmed döneminde imparatorluk yeniden kurulduğunda, soylu Türk aileleri, sultanı kapıkullarını dağıtmaya zorladılar; gösterdikleri hukuksal gerçekçe, İslam gelenekleri uyarınca Müslümanlann köle konumunda tutulamayacağıydı. II.Murad'ın ilk saltanat yıllarında Rumeli ve Anadolu'da baş gösteren ayaklanmalar ise hiç değilse bir ölçüde, mevki ve ayrıcalıklarını yeniden Türk soylularına kaptırmakta olan Hıristiyan köle ve vasallar ile kapıkullannın hoşnutsuzluğundan kaynaklandı. II. Murad yerini sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz dedesinin ve babasının sultanlığı bağımsız kılma çabalarını tazeledi; yeniçerilerin gücünü artırmaya ve soyluların karşısına devşirmeleri çıkarmaya koyuldu. Fethettiği toprakların bir bölümünü tımar biçiminde dağıtırken bir bölümünü de iltizama vererek hazineye yeniçerilerin ulufeleri için gerekli peşin parayı sağlamaya çalıştı.

    Bey ve sultanlar günlük yönetim işlerinin üzerine çıktıkça kurumlaşıp önemi artan üst yönetim mevkileri soylularla devşirmeler arasındaki çatışmanın bir başka odağı oldu. Merkezî yönetim aygıtında işlevsel ayrımlar belirdikçe bunlardan her birinin başına bir vezir getirildi. İlk vezirlerin çoğu Osmanlıların hizmetine girmiş Türkmen beyleriydi, ama özellikle I.Bayezid döneminde aralarına Hıristiyanlar ve dönmeler de katıldı. Devlet politikası bu vezirlerin divan denen meclisinde konuşulup kararlaştırılır; sultanın yönetimi ve başkanlığında toplanan divana ( Divan-ı Hümayun) öbür önde gelen din, ordu ve yargı görevlileri de katılırdı. Devletin işlevleri genişleyip karmaşıklaştıkça her vezirin mali ve siyasal gücü arttı; Bizans'ın etkisiyle sultanların Kendilerini yalıtmaya yönelmesi, yönetimde vezirlerin ağırlık kazanmasına yol açtı. Zamanla, sultan günlük işlerden çekilişini vurgulamak istercesine vezirlerden birini sadrazam atamaya başladı. 1360'tan İstanbul'un fethine kadar bu güçlü makam hep soylu Türkmen ailelerinin baş temsilcisi konumuna gelen Çandarlılarda kaldı. II. Mehmed'in son yıllarında ise soylular yeniden sadrazamlıkta görülmeye başladı.

    Bunun nedeni, kurucu aristokrasiyi tümüyle yok edip devleti toplumsal sınıflardan kesinlikle koparmanın olanaksızlığıydı. İstanbul'un alınışını belli başlı soylu ailelerinin gücünü kırma vesilesi yapmasına karşın II. Mehmed de, özünde soylularla devşirmeler arasında her ikisini de kullanmasını sağlayacak bir kuvvet dengesinin oluşmasını istiyordu. Bu amaçla kapıkulu kavramım devşirmelerin yanı sıra Türk soylularını da kapsayacak biçimde genişletti. Bundan böyle, ancak sultanın kullan olmayı kabul edenler Osmanlı yönetiminde ve ordusunda mevki sahibi olabileceklerdi. Müslüman kökenli olsun obuasın, efendilerine mutlak itaat, canlarını, mallarını, ailelerini sultanın emir ve hizmetine sunma koşuluyla herkes bu statüye erişebilirdi. Böylece bütün önemli yöneticiler, komutanlar, beylerbeyleri ve sancakbeyleri, tımarlılar, mültezimler, yeniçeriler ye sipahiler kapıkulu ocaklarının üyeleri haline getirilip sultanın iradesine bağlı kılındılar. Ama bu hizmet sınıfı içinde ulufeli yeniçeri ortalan devşirmelerin, tımar sistemi ve sipahiler ise Türk soylularının özel kuvvet kaynağı olmayı sürdürdü.

    II. Mehmed bu yolla, devletin bir bütün olarak yönetici ailenin mülkü gibi görüldüğü ve dolayısıyla hanedan üyeleri arasında paylaşılıp parçalanmasının önlenemediği Osmanlı öncesi Ortadoğu imparatorluklarının yazgısından kaçınmayı da başardı. Göçebe kabile düzeninden gelişen bütün siyasal organizmalar gibi Osmanlılarda da, örneğin Batı Avrupa feodalizminin primogemtura (en büyük oğulun başa geçmesi) kuralına benzer bir saltanat veraseti usulü yoktu. II. Mehmed de bu tür bir kural getirmedi, ama devletin paylaşılamazlığı ilkesini egemen, yönetici sınıfın bütün üyelerini de sultanın iradesine bağımlı kıldı. Şehzadelerden hangisi başa geçerse "nizam-ı âlem" uğruna bütün erkek kardeşlerini öldürtmesinin meşru olduğunu ünlü kanunnamelerine yazdı ve böylece bir bakıma, şehzadelerden hangisinin sultan olacağının belirlenmesi anında bütün kesimleriyle Osmanlı egemen sınıfını yeniden söz sahibi yaptı.
     

Bu Sayfayı Paylaş