Çanakkale Savaşı'nın Nedenleri Osmanlı Devleti 2 Ağustos 1914 tarihinde Alman İmparatorluğu ile, İttifak Devletleri safında yer almak üzere bir antlaşma imzalamıştı. Ancak bu antlaşma, savaş hazırlıkları henüz başlamadığı için gizli tutulmuştu. Osmanlı Devleti'ni bu antlaşmanın hemen ertesinde seferberlik hazırlıklarına başlamıştı. Aynı zamanda Osmanlı Devleti, "silahlı tarafsızlık"ını ilan etmiştir. Akdeniz’de Kraliyet Donanması önünden çekilen Alman Goeben muharebe gemisi ve Breslau ağır kruvazörünün Amiral Sukon komutasında 10 Ağustos 1914 günü Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a gelmeleri büyük bir gerginlik yaratmıştı, çünkü Osmanlı Devleti, Boğazlar Antlaşması gereği boğazları tüm savaş gemilerine kapalı tutmak durumundaydı. Alman Donanması’na bağlı bu gemilerin Boğazdan geçişine izin vermek savaş nedeni sayılacaktı. Ancak Osmanlı Devleti, bu gemilerin Almanya’dan satın alındığını açıklayarak gerginliği ertelemiştir. Söz konusu gemiler 16 Ağustos 1914 tarihinde Yavuz ve Midilli adlarıyla Osmanlı Donanması’na katılmışlardı. Bu gemilerdeki Alman mürettebat, Osmanlı Donanması’na ait subay ve erat üniformaları giyerek gemilerdeki görevlerini sürdürmüşler, Amiral Souchon ise Osmanlı Donanması Komutanlığı’na getirilmişti. Böylece Almanya, yakın gelecekte Rus limanlarına karşı kullanılmak için iki büyük silahını Akdeniz'den geçirerek Karadeniz'in hemen yakınına atmış olmaktadır. Bu silahlar Ekim 1914 ayında hem Rus limanlarını vurmak için, hem de Osmanlı Devleti'ni bir oldu bittiye getirerek savaşın içine çekmekte kullanılacaktır. Yavuz ve Midilli OlayıAna madde: Yavuz ve Midilli Olayı Yavuz ve Midilli’nin de içinde bulunduğu bir Osmanlı filosunun Amiral Souchon komutasında 27 Ekim 1914 günü Karadeniz kıyılarındaki Rus limanlarını bombalamaları ardından hem Rusya İmparatorluğu hem de Birleşik Krallık, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir. Batı Cephesi’nde 1914 yılının Eylül ayı sonlarında Alman orduları, Façısından Batı Cephesi’ndeki savaşın kısa sürede bitmeyeceği anlamına geliyordu. Oysa Alman savaş planı (Schlieffen Planı), ilk adımda Batı Cephesi’nde kısa sürede Fransız-İngiliz kuvvetlerinin yenilgiye uğratılması, ikinci adımda ise tüm kuvvetlerin Doğu’ya kaydırılarak Rusya’nın savaş dışı bırakılması esasına dayanıyordu. Schlieffen Planındaki bu sapma ardından Almanya, önce Rusya’yı savaş dışı bırakmak, Doğu’da serbest kalan kuvvetleri ile Batı Cephesi’ne yeniden yüklenmek istemişti. Osmanlı 3. Ordu'sunun Kafkasya bölgesindeki Kasım – 1914 ayı başlarındaki taarruzları bu planın hazırlık aşamalarından biriydi. İzleyen gelişmeler Avrupa cephelerindeki bu gelişmeler, İngiltere ve Fransa’yı müttefikleri Rusya’yı desteklemek zorunda bırakmıştı. Zaten Rusya, Almanya üzerinde yeterince güçlü bir baskı yapamamaktaydı. Kısıtlı endüstriyel kapasitesi dolayısıyla İngiliz ve Fransız desteğine gerek duyuyordu. Fransa ve İngiltere’nin bu desteği sağlaması için, herhangi bir Avrupa haritasından da görüleceği gibi, olası dört yol vardır.Kuzey ulaşım hatlarından ikisi olanaksızdır. Kuzey Buz Denizi, yılın çok büyük bölümünde donmuş olduğundan deniz ulaşımına olanak vermemektedir, Baltık Denizi ise Alman Donanması’nın denetimindedir. Orta ulaşım yolu olan Avrupa karayolu ise Alman denetimindedir. Olası dördüncü yol ise Osmanlı Devleti’nin denetiminde bulunan Çanakkale ve İstanbul boğazlarının oluşturduğu denizyoludur. Çok yakın geçmişte, Balkan Savaşı’nda, Trablusgarp Savaşı’nda ve Sarıkamış Harekâtı’nda ağır yenilgiler almış olan Osmanlı Devleti’nin askeri gücü, İtilaf Devletleri’nce zaten yetersiz olarak değerlendirilmektedir. Avrupalılarca "hasta adam" olarak görülen yaşlı Osmanlı Devleti'nin boğazlardaki bir saldırıyı kaldıramayacağı düşünülmektedir. Eğer Boğazlar askeri olarak kontrol altına alınabilirse, Rusya’nın desteklenmesi olanaklıdır. Gerçekten de Rusya, Kasım ayı başlarında müttefiklerinden Çanakkale Boğazı’na göstermelik de olsa bir saldırı yapılmasını istemiştir. Böylece Kafkasya’da Osmanlı ordusunun baskısı hafifleyecektir. Öte yandan Rusya direnmeyi sürdürecek olursa, Almanya’nın Batı Cephesi’nde yeni bir taarruza kalkışma olanağı da pek yoktur. Bu tesbit, özellikle İngiliz yüksek komutanlığının, Batı Cephesi’ndeki kuvvetlerin bir bölümünün burada atıl tutulup tutulmadığının sorgulanmasına yol açmıştır. Ayrıca İngiliz Donanması da yeterince etkili kullanılmamaktadır. Böylece Batı Cephesi’nden alınacak bir kısım kuvvetle donanmanın işbirliği ile daha etkili ve sonuç alıcı bir harekâta girişilmesi yolları aranmaya başlandı. Sonuçta Boğazlar’a yönelik bir operasyon planı üzerinde tartışılmaya başlanmıştır. Rusya ile bağlantının bu şekilde, Boğazlar’ın kontrolünün sağlanarak sonuçlandırılması, Osmanlı Devleti’nin başkenti olan İstanbul’un da işgalini kaçınılmaz olarak gerektirmektedir. İkisi, aynı anda gerçekleşecek sonuçlardır. Çanakkale Boğazı’ndan geçilerek İstanbul’un işgalinin İtilaf Devletleri açısından diğer stratejik sonuçları şunlardır. Osmanlı Devleti savaş dışı bırakılmış olmakla, Almanya savaşın başlarında bir müttefikini kaybetmiş olacaktır. Osmanlının tehdidinde olan Süveyş Kanalı, dolayısıyla İngiltere’nin Uzakdoğu ulaşım yolunun güven altına alınması sağlanmış olacaktır. Osmanlı Devleti’nin savaş dışı bırakılması, ve müslüman ülkeler nezdinde İtilaf Devletleri lehine oluşturacağı kazanımlar açısından da önem arz etmektedir. Müslüman ülkelerin gerek Orta Doğu’da gerekse de Uzak Doğu’da İngiliz hakimiyetine karşı dirence zayıflamış olacaktır. Balkan devletleri, hemen doğudaki Osmanlı Devleti’nin çökmesi ve bunu İtilaf Devletleri’nin başarması üzerine, doğal olarak İtilaf Devletleri safında savaşa katılmaları yönünde etken olacaktır. Çünkü Osmanlı Devleti’nin yıkılması, Balkan devletlerinin bölgedeki hesaplarına ulaşabilmeleri yönündeki en önemli engeli ortadan kaldırmış olacak ve bu durum, İtilaf devletlerinin bir hediyesi sayılacaktır. Rusya ile Karadeniz üzerinden deniz ulaşımının açılması özellikle önemlidir. Osmanlı Devleti'nin Boğazları her türlü deniz trafiğine kapatması sonucu, Rusya ile İngiltere ve Fransa arasındaki ticari ilişkiler de durma noktasına gelmiştir. Pek çok ticari gemi, Karadeniz'deki Rus limanlarında beklemektedir, Avrupa'da buğday fiyatları yükselirken ucuz Rus buğdayı ithal edilememekte, muazzam ticari karlardan mahrum kalınmaktadır. Kısacası Boğazların kapanması, İngiliz ve Fransız firmaları için büyük kar kaybı getirmektedir.
SEVGİLİ ARKADAŞLAR! Çanakkale Savaşları, yüzyılımızın en büyük savaşlarından birisidir. Birinci Dünya Savaşı’nı galip bitirmek isteyen düşman devletler, gemileriyle Çanakkale Boğazı’nı geçip İstanbul’u almak istiyorlardı. Osmanlı ordusu, İngiliz ve Fransız donanmalarına karşı Çanakkale Boğazı’nda aylar süren bir dizi deniz ve kara savaşı yapmıştır. 300.000 askerimizin şehit olduğu bu savaşlar sonucunda, düşman donanmaları ağır kayıplar vererek geri çekilmişlerdir. Çanakkale Savaşlarının denizle ilgili bölümü, 18 Mart 1915 tarihinde, düşman gemilerinin geri çekilmeleriyle sonuçlanmıştır. Bu nedenle, her 18 Mart gününde Çanakkale Savaşlarını anmaktayız. Çanakkale Boğazını geçmek isteyen İngiliz ve Fransız gemileri, 3 Kasım 1914’de boğazın iki yakasındaki birliklerimize ateş açtılar. Birliklerimizin karşı ateşi ile geri çekilmek zorunda kaldılar. 19 Şubat 1915’de düşman donanması kesin hücuma başladı. Osmanlı ordusunun karşı ateşi ile tekrar geri çekildiler. 18 Mart 1915’de İngiliz ve Fransızlar 16 harp gemisi ile büyük bir hücum daha başlattı. Üç gemisi sulara gömülen düşman donanması, tekrar geri çekilmek zorunda kaldı. Çanakkale Boğazını gemilerle geçemeyeceklerini anlayan düşmanlarımız, topraklarımıza karadan girmeyi denediler. İngiliz, Fransız, Avustralya, Yeni Zelanda ve diğer bazı sömürge ülkelere ait askerler 25 Nisan 1915 günü karadan çıkarma yapmaya başladılar. Kara savaşları, 9 Ocak 1916 tarihinde son düşman birlikleri de geri çekilene kadar devam etmiştir. 6-7 Ağustos 1915 gecesi Anafartalara yapılan çıkarma harekatını Mustafa Kemal komutasındaki birliğimiz durdurmuştur. 25 Nisan 1915 ve 9 Ocak 1916 tarihleri arasında , yaklaşık sekiz ay boyunca şiddetli kara savaşları olmuştur. Sevgili arkadaşlar! Çanakkale Savaşları, Türk Tarihinin belki de en önemli savaşıdır. Daha geniş ve ayrıntılı bilgi sahibi olmak için kaynakları mutlaka okumanızı öneriyoruz. Bugün özgür olarak yaşadığımız bu topraklara çok kolay sahip olmadığımızın bilinmesi gerekir. Allah bizlere, bir daha böyle bir savaş göstermesin! Çanakkale için hocalarına küsen sınıf Çanakkale Savaşı'nın tüm dehşetiyle devam ettiği günlerde İstanbul'da derse giren öğretmen, öğrencilerden hiç beklemediği bir tepki gördü ve soluğu Çanakkale'de aldı. Gerisi ise tam bir Çanakkale efsanesi... Bugün 18 Mart... Siyasi, sosyal ve ekonomik etkileri bugün bile hala dünyanın kaderinde büyük rol oynayan, tarihin akışını değiştiren Çanakkale Zaferi’nin 95. Yıldönümü. Zaman nasıl da su gibi akıp geçiyor değil mi? 5 sene sonra koca bir asır geride kalacak... 100 sene milletlerin tarihi açısından kısa, yaşayan kuşaklar açısından uzun süredir. Gelin görün ki, aradan 95 sene geçmesine rağmen, sanki babasını, dedesini daha dün kaybetmiş gibi, hala yüreğinde hisseder Türk insanı o yılları... Bugün sizlere, Çanakkale Savaşı devam ederken yaşanan duygulu bir olayı aktarmak istiyorum. Düşmanın Çanakkale’yi geçmeye çalışıp İstanbul’a gelmek üzere olduğu söylentilerinin ayyuka çıktığı dönemde, kendilerine askerlik yükümlülüğü olmadığı halde ülkenin aydınları da Çanakkale’ye gönüllü gitmenin yolların aradılar. Üniversiteler boşaldı. Cepheye gönüllü olarak gidecek kadar bile yaşı ve sağlığı elvermeyen hocalar, sınıflarda ders anlatacakları öğrenci bulamıyorlardı. Liselerin son sınıfları, öğretmenleri bölük bölük askerlik şubelerinin önlerinde, sabahın erken saatlerinde sıraya giriyorlar, bir an evvel Çanakkale’ye gitmenin heyecanını yaşıyorlardı. Bilhassa Galatasaray, İstanbul ve Vefa Liseleri boşalmıştı. Fakat tam da bu sırada bir olay yaşandı ki, tarihe not düşmemek eksik kalır. Vefa Lisesi’nde Fransızca öğretmeni olarak görev yapan Ahmet Rıfkı, otuz yaşlarındaydı. Aynı semtte bulunan evlerinde annesiyle oturuyordu. Galatasaray Lisesi’nden birkaç defa görev teklifi almıştı; ama önemsemedi. Muhitini, daha doğrusu mektebini çok seviyordu. Onu Vefa’dan ayıramadılar. 1915 yılının Mayıs ayıydı. Ahmet Rıfkı çantası elinde mektep kapısından içeri girdi. Koridorlarda bugün bir başkalık ve bir sessizlik vardı. İlk dersi birinci sınıflaraydı. Sınıfa yöneldi, sınıf sanki bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Çocukların yaramazlıklarını, gürültü seslerini duyamıyordu. Kapıyı açtı ve hemen kapattı. Çocuklar yerlerine oturmuş, başlarını önlerine eğmişlerdi. Yanlış görmemişti. Selam verdi, çocuklar bu selama karşılık ayağa kalkıp, cevap vermediler. Ahmet Rıfkı fena sarsılmıştı. Mutlaka bunun sebebini öğrenmeliydi. Sınıfa döndü: “Rica ediyorum, lütfen biriniz konuşun.” dedi. Arka sıralarda oturan Ömer ayağa kalktı: “Muallim Bey, mektebimizde ve mahallemizde eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ye gönüllü gittiler. Siz ise hala buradasınız. Biz de gitmek isteriz ama yaşımız tutmuyor” dedi. Muallim Ahmet Rıfkı, hiç düşünemediği bir sualle karşılaşmıştı. Sınıfa derin bir sessizlik hakimdi. Ahmet Rıfkı cevap verdi: “Sevgili yavrularım, insanlığın her döneminde olduğu gibi, bu devirde de ve daha ziyadesiyle sizlerin eğitim ve öğretime muhtaç olduğunuz bu günlerde, milli ve medeni terbiyeyi veremiyor muyum?” Bu sözler Muallim Bey’in ağzından düğüm düğüm, boğuk boğuk dökülüyordu. Ön sırada oturmakta olan Avni: “Muallim Bey, sevgili İstanbul elden giderse, sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar söyler misiniz?” dedi. Ahmet Rıfkı ağlıyordu. Mektep idaresine dilekçesini verdi. Vedalaştı. Evine geldi. Annesinin ellerini öpüp, ondan helallik aldı. Mahallenin bakkalı Selahattin Adil Bey’e uğradı: “Anamı iaşesiz bırakma, düşman hançerini Çanakkale bağrına saplamış, onu çıkarmaya gidiyorum. Dönüşte borcumu öderim” dedi. Ahmet Rıfkı İstanbul’da kısa bir eğitim gördü ve Çanakkale’ye gönderildi. 3. Kolordu Harekat Şubesi emrine verildi. Kasım ayının ortalarına kadar karargahta bulundu. Daha sonra, cephede eksilen subay kadrosunu tamamlamak üzere bölük komutanı olarak Düztepe’de bulunan birliğine katıldı. Düşman 19 Aralık günü, Arıburnu ve Anafartalar Bölgesini gizlice terk etmişti. Bu sırada döşedikleri mayınlar birliklerimize bir hayli zayiat verdirmişti. İşte bu mayınlardan bir tanesi de Ahmet Rıfkı’ya isabet etti. İngilizlerin hain tuzağına düşen Ahmet Rıfkı, 19 Aralık günü, saat: 08.20’de, şehitlik mertebesine ulaştı. Şimdi O, Sarıbayırlar’ın batı kısmında huzur içinde yatmaktadır. Ahmet Rıfkı’nın ilk önce mektupları kesildi. Sonra, şehitlik haberi ulaştı İstanbul’a. Ahmet Rıfkı’nın annesi, evinden çıkarak, bakkala gitmişti. Selahaddin Adil Bey’den, oğlunun borcunu kapatmasını istedi. Çünkü oğlu şehit düşünce, üzerinden çıkan eşyasını ve parasını, bir miktar da ikramiyeyle birlikte kendisine getirmişlerdi. “Oğlumun borçlu yatmasını istemiyorum” dedi. Selahaddin Adil Efendi: “Ayşe Hanım, sen okuma hesap bilmezsin, komşunuz Ömer Faruk Bey’in kerimeleri Gülşah’ı getir de hesabı çıkarıversin” dedi. Ayşe Hanım biraz sonra, Gülşah ile içeri girdi. Selahattin Adil Efendi, veresiye defterini, Gülşah Hanım’ın önüne koyarak, Ahmet Rıfkı Bey’in bölümünü açtı. Gülşah Hanım deftere dikkatle baktı. Gözleri buğulandı. Defterde sırt sırta yazılı kırmızı renkli Arapça harfleri okuyamaz oldu. Bir müddet gözyaşlarını tutmaya çalıştıysa da, sonunda hıçkırarak ağlamaya başladı. Ayşe Hanım şaşırmıştı. Olay neydi, ne yazıyordu ki Gülşah böylesine ağlıyordu. Gülşah, sonunda yazıyı Ayşe Hanım’a da okudu. Defterin, Ahmet Rıfkı ile ilgili bölümünde, aynen şunlar yazılıydı: “Bu hesap, Ahmet Rıfkı’nın kanıyla ödenmiştir. Vesselam…” Son sözümüz şu olsun. Ülkemizde ve dünyanın dört bir yanında bu ülkenin bayrağını dalgalandırmak için çaba sarf edenlerin kendilerine de, geride bıraktıklarına da sahip çıkmak lazım. Bu borç başka türlü ödenmez. Herkesin bir yanından tutup ayağa kaldırmalı bu milleti ve şanlı bayrağı... Anılarla Çanakkale Zaferi 1) GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA: Türkler`in başka. M. Kemal`in Omega saatinin parçalanması suretiyle kendisine hiçbir şey olmamasıdır. Bu olay, Anadolu`nun pek çok yerinde, farklı şekilde anlatılır. Bu olayı yazılı olarak en güzel şekilde Ruşen Eşref Ünaydın`ın Mustafa Kemal ile Mülakatı adlı eserinde şöyle verilir: Buraya kadar muhaveremizi sakin bir vaziyette dinleyen Yüzbaşı Cevat Bey, Paşa`nın yaveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle: _Bu şarapnel parçasından biri Paşa`nın göğsünü okşamıştır!dedi. _Nasıl? Dedim. Paşa, tespihi ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzları şıkırt yaparak, göğsünün sol tarafındaki nişan kurdeleleri sırası ve ipek kordonu kabaresine şöyle anlatıyordu: -Bulunduğumuz yer tamamen muhacimlerin arası idi.Paşa da ilerleyen efradımızı seyrederken göğsüne bir şeyin kuvvetlice çarptığını duymuştur. -Evet sağ taraftan ceketimde bir kurşun yeri gördüm.Yanımda bulunan zabit(Rahmetli Nuri Canker Bey)Efendi,vuruldunuz mu dedi.Ben böyle bir söz şuyu bulursa askerimizin kuvve-i maneviyesi üzerinde yapacağı tesiri düşündüm. Elimle zabitin ağzını kapadım. Susun dedim. Cevat Bey devam ediyordu. -Bir şarapnel misketi,göğsünün sağ tarafını tamamen Omega saatinin bulunduğu cebe isabet etmişti.Saat, parça parça oldu, fakat o darbe,Paşanın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan ileri geçmemiştir.Dedi. -O saat sizin için tarihi bir saattir.Görebilir miyim efendim?dedim. Paşa: -Bu saatin enkazını,bu muharebeden sonra Liman Paşa hatıra olarak aldılar.Bana da kendilerinin aile-i asalet armasını havi bulunan saatlerini verdiler. Cevat Bey saati gösterdi.Omega markalı siyah bir saat.Arkasında bir taç ve 1.2.Bu markaları ve Paşanın kırılan saatide Mekteb-i Harbiyeden beri sakladığı Omega markalı kuvvetli bir talebe saati imiş.Cevat Bey Zenınnth marka bir bilezik saatini gösterdi ki onu Mustafa Kemal Paşaya o kurşunun değdiği esnada yanında bulunan genç Mülazım vermiş. Askerin bu kadar yanında giden, onlara ön ayak olan bir Kumandana en zorlu düşmanların bile dayanamayacağına aklım eriyordu. Omega saati,Türk milleti için kendini feda etti,Komutan Mustafa Kemal`in kurtardı. Türk ordusunun Kumandanını,Türk milletini,Ortadoğuyu, insanlığı kurtardı. 2)SEYİT ALİ ONBAŞI: Çanakkale Savaşlarında Deniz Savaşları sırasında Seddül- bahir açıklarında bulunan düşman gemileri Morto Koyu ile Seddül- bahir tepesini sürekli bombardıman altına almışlardı. Türk mukavemeti gittikçe azalıyordu. Kendilerini Allah`ın koruyuculuğuna bırakan Türk birlikleri şehitlik mertebesine ulaşmayı arzu edercesine, kaçmak yerine son gayretleriyle mücadele ediyorlardı. Bu sırada bir İngiliz gemisinden atılan büyük bir bomba Morto Koyu sırtlarındaki bir topçu birliğimizi toptan imha etti. İçlerinden yalnızca Seyid Ali Çavuş kurtulmuştu. Çavuş etrafındaki manzara karşısında duyduğu ızdırap ile dünyada eşine az rastlanacak bir olay gerçekleştirdi. Duyduğu acı ile normalde üç kişinin zor taşıdığı 257 kiloluk bombayı yerinden tek başına kaldırdı, taşıdı, topun namlusuna sürdü ve ateşledi. Bu mermi gideceği yeri de biliyordu. Queen Elizabeth gemisinin bacasından içeri girdi ve gemi ortadan ikiye ayrılarak battı. Burada, 257 okkalık bir mermiyi kaldırarak olağanüstülük gösteren Seyit Ali Onbaşı ile ilgili menkıbeyi Mehmet İhsan GENİŞÇAN, eserinde şöyle anlatıyor: Ne hikmetse bataryada tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey, etrafından birilerinden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyit ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Ulu ve yüce Allah`tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur. duası Seyit`in ağzından nûr tanesi gibi dökülmeye başladı. Seyit Ali, bu duayı defalarca okudu. Bu yakarış şüphesiz hiç kimseninkine benzemiyordu. Aşk ile kendinden geçmesi ve 257 okkalık top mermisini kucaklayıp omzuna alması bir oldu. Demir basamakları tam üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit`in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini böylece değiştiren olayı yaratmış ve İngilizler`e ait Ocean isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştır. Aynı gün geç saatlerde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa,ödül olarak Seyit`e onbaşılık rütbesini verdi. Merminin bir defada kendi huzurunda kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Seyit Onbaşı,Cevat Paşa`ya şu cevabı verdi: Ben bu mermileri kaldırırken gönlüm, Allah`n feyziyle doldu. Ancak bu kuvvetin sırrı o anda bana Allah`ın ihsan ettiği bir vergi idi. Bu ağırlığı kaldıracak kadar bir makam varmışsam bu dua ve rıza ile olmuştur. Ancak şimdi kaldırmam mümkün değildir kumandanım. 3)YAHYA ÇAVUŞ VE TAKIMI Çanakkale Muharebelerinin en ateşli saldırıları sırasında Morto Koyu`ndan çıkartma yapan bir İngiliz birliğine karşı Seddü`l- bahir tepesinde bulunan Yahya Çavuş ve takımı (15 kişi) büyük bir inançla engel olmaya çalışıyorlardı. Karşılarında bulunan bir birliğe karşı 15 kişi gönülden savaşarak engel olmaya çalıştılar. Tam üç gün ve üç gece bir birliğe bir takım olarak karşı geldiler. Onları durdurdular. Gelibolu Yarımadası`nın içlerine girmelerine 15 kişilik bir kuvvetle engel oldular. Sonunda yardımcı kuvvetlerin gelmesine yakın hepsi Allah`ı arzu ettiler. Şehitlik mertebesiyle Allah`a ulaştılar. Bundan başka Hasan ve Mevsuf Sıhhıye Başçavuşu Hüseyin Hikmet Başaran Bayraklı Baba Menkıbesi ve Kaşıkçı Dede Menkıbesi hakkında anlatılan menkıbeler vardır. B)Dinî ve Tarihî Şahsiyetler Etrafında Teşekkül Eden ANILAR 1)CONKBAYIRI ÜZERİNDEKİ BULUTLAR : Çanakkale`de en çok anlatılan anı şudur: Conkbayırı`nda kara savaşları sırasında 57 tümen her gün çamaşır değiştirir. Kirlilerini yıkar çalılara asar ve ertesi gün için kurumuş. Sebebi ise eğer şehit olurlarsa Allah temiz kıyafetlerle varmaktır. Savaşa çıkmadan önce namazlarını kılar ve ibadet ettikten sonra savaşa başlarlarmış. Maneviyatı kuvvetli bu insanlar Conkbayırı`ında düşman tarafından kıstırıldıkları anda gökten beyaz-gri bir bulut kümesi 57. Tümenin üzerine inmiş ve bulut yok olduğunda düşman askerleri ne olup bittiğini anlayamamışlar. Zira ortada tek bir Türk askeri bile yokmuş. Gemiden bu olayı seyreden İngiliz Amirali Hamilton daha sonraki savaş anılarında da bu olayı anlatmaktadır. 2)BULUTUN KORUMASI Menkıbelerde bir başka mucizevî yardım da bir İngiliz Alayının bulutların içinde kayboluşu biçimindedir. Olay şu şekilde anlatılmaktadır; O gün Kraliyet Alayı taze kuvvetlerle bu saldırıda görev aldı. Sağ cenahta yer alan bu alay, daha az bir mukavemetle karşılaştığı için hızla ilerlemeye başlamıştı. Alay, Azmak Deresi`nin kuru yatağını geçmiş, Kayacık Ağrılı mevkiinden Damakçı Bayırına doğru yürüyordu. Karşılarında küçük bir tepe vardı. Tepenin üzerinde garip, soluk renkte bir bulut durmaktaydı.alay, sol taraftaki Ağıl Dere`ye inmeden tepeye doğru ilerledi ve bulutun içine girip kayboldular. Yâni alanda askerlerin Mestan Tepe`den şaşkın bakışları arasında 7-8 değişik bulutla daha birleşerek Trakya istikametine doğru uçup gittiler. Orada bulunan 267 İngiliz askerinden hiçbirinin izine bir daha rastlanamamıştır. 3)NUSRET MAYIN GEMİSİNİN MUTLAK YAKALANIŞTAN KURTULMASI Nusret Mayın Gemisi Çanakkale savaşına noktayı koyacak olan görevine çıktığı gece Karanlık Liman ile Seddülbahir arasındaki mayınları toplayıp yerini değiştirirken O'nu koruyan Anadolu Feneri de bir İngiliz Gemisi üzerine projektörleri dikmiş ve gemiyi takibe almıştı. Fakat birden Anadolu Feneri arıza yaptı. Nusret Mayın Gemisi telaşla ışıklarını söndürdü. İngiliz gemisi bu sefer kendi projektörleriyle denizi taramaya başladı. Geçen dakikalar içinde Nusret Mayın Gemisi tam yakalanacağı anda birden Anadolu Feneri tekrar çalışmaya başladı. İngiliz gemisinin projektörleri üzerine kendi projektörlerini dikti ve iki ışık arasında kalan Nusret muhakkak bir hezimetten kurtuldu. Görevini yerine getirip geri döndüğünde bu heyecana kalbi dayanamayan gemi kaptanı ,Hakkı Bey`in naşını da karaya çıkardı. Anadolu Feneri`nin hiçbir tamirat yapılmadan kendiliğinden çalıştığını öğrenen gemi komutanı Nazmi Bey, bu olayın bir mucize olduğunu daha sonraki günlerde yazdığı günlüğünde bildirmektedir. Bundan başka bulutun koruması ile ilgili anlatılan iki menkıbe daha vardır. Yine Uçan Türkler adlı anlatılan bir menkıbe daha vardır. II- DESTANLARIMIZDA ÇANAKKALE ZAFERİ Türkler, pek çok özelliğin yanı sıra, destan yaratan bir millet olarak da tarihte hakettiği yeri almıştır. Alp Er Tunga Destanı,Şu Destanı, Oğuz Kağan Destanı, Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı, Genç Osman Destanı, Plevne Destanı, Estergon Destanı, Şeyh Şamil Destanı, Girit Destanı, Kars Destanı, Silistre, Cezayir, Varna, Budin destanları bu milletin yarattığı destanlardan sadece bir kaçıdır. Tarih boyunca yaratılan destanlar zincirinin altın halkalarından biri de hiç şüphesiz Çanakkale Destanı`dır. Çanakkale Zaferi öyle büyük bir zaferdir ki, halkın vicdanında öyle derin izler bırakmıştır ki, pek çok şair tarafından halkın da hislerine tercüman olunarak- destanlar vücuda getirilmiştir. Türk`ün bu zaferini en mükemmel şekilde Mehmet Akif destanlaştırmıştır. Edebiyat tarihinin Akif`in; Çanakkale Şiiri hakkındaki hükmü şudur: Bu şiiri Mehmet Akif yazmadı; kağıda dökenle, toprağa kanını dökenler birleşerek yazdılar.Çanakkale Savaşı ile ilgili yazılmış pek çok destan mevcuttur. Başta Mehmet Akif`in eseri olmak üzere seçilmiş birkaç destanı verelim. 1-MEHMET AKİF ERSOY ve ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ Bu eser, yıllardır hepimiz tarafından zevkle okunmuş ve ezberlenmiştir. Burada Akif harbin vahametini, vahşetini anlatırken, bu uğurda şehit olanların da yalnız kalmayacaklarını, onları Hz. Peygamber`in şefkatle beklediğini müjdelemektedir. Bu şiiri başlı başına Türk`ün Destanıdır. Anlatılmaz yaşanır. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, bu destanın estetik kıymeti hakkında şu kanaati ifade eder: Mehmet Akif Ersoy`un Çanakkale Savaşını tasvir eden şiiri yazıldığı tarihten bu güne kadar bütün nesillere o savaşın heyecanını yaşatmış ve onun tarihî, derin ve büyük manasını hatırlatmıştır. Bunun sebebi de hiç şüphesiz, bu şiirin taşımış olduğu estetik değerdir. III- ŞİİRLERİMİZDE ÇANAKKALE ZAFERİ Çanakkale Zaferi ile ilgili, menkıbe, destan yanında münferit şiirler de yazılmıştır. Mehmetçik, harbe giderken sâkin ve sevinçli olarak anasından, babasından, yavuklusundan, sılasından ayrılmıştır. Hatta anasını, yavuklusunu bir daha göremeyeceğini bilerek yola revân olmuştur. Bu duyguyu şu mısralarda görebiliriz. ÇANAKKALE TÜRKÜSÜ Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni Of gençliğim eyvah. Çanakkale içinde Aynalı Çarşı Ana ben gidiyom düşmana karşı Of gençliğim eyvah Çanakkale içinde bir uzun selvi Kimimiz nişanlı kimimiz evli Of gençliğim eyvah BİR YOLCUYA Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın Bir vatan kalbinin attığı yerdir Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda Gördüğün bu tümsek Anadolu`nda İstiklâl uğrunda, namus yolunda Can veren Mehmet`in yattığı yerdir. Bu tümsek koparken büyük zelzele, Son vatan parçası geçerken ele Mehmet`in, düşmanı boğduğu sele Mübârek kanını kattığı yerdir Düşün ki, haşr olan kan, kemik, etin Yaptığın bu tümsek amansız, çetin Bir harbin sonunda bütün milletin Hürriyet zevkini tattığı yerdir.
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? 'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın. RUHLARINIZ ŞAD OLSUN ÖLÜMSÜZ KAHRAMANLAR
hepinize paylaşımlarınızdan dolayı çok teşekkür ediyorum bugünün anlamını ve kutsallığını unutmayan tüm insanlara teşekkürler
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE Şu Boğaz Harbi Nedir? Var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya, Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı” Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi! Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer. Yedi iklimi cihanın duruyor karşında, Osrtralya’yla beraber bakıyorsun ; Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk. Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk. Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela... Hani tauna da zuldür bu rezil istila... Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil, Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil, Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına, Maske yırtılmasa hala bize affetti o yüz ... Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz. Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab, Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab. Öteden saikalar parçalıyor afakı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller, Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, Sürü halinde gezerken sayısız tayyare. Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, başa, edecek kahrına ram? Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam. Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer; Bir göğüslerse Huda’nın edebi serhaddi; “O benim sun’-i bediim, onu çiğnetme” dedi. Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek. Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar, Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i... Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab... Seni ancak ebediyetler eder istiab. “Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına; Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle; Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan; Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan; Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına; Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına, Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i, Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran... Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın; Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat, Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber. MEHMET AKİF ERSOY Ruhları şâd olsun.