Bir ömrüm daha olsa düşe değil yavrusunu büyüten kuşa versem, uça gide uça gele kanadımı güne sarsam, varsın yıldızlara alttan olsun yokuşlara gökten baksam. Bir ömrüm daha olsa saçlarını örsem kızımın okul öncesi, koluna konan kelebekten korkusunu çoşkuyla savuşturup gözyaşını öperek silsem; bir çocuğum daha doğsa ilki büyüdükçe onun beşiğini koklasam yere düşen emziğini dudağımda arıtıp bakışını gülüşüme eklesem, acıları bana geçse ona körpe sevinç sunsam. Bir ömrüm daha olsa aşka düşsem boşa değil eşe doysam, gün doğarken hare hare ilk ışıkla yârin boynundaki bene sinsem, bekleyenim olmasa da dönüşümü gurbetten yüreğimin sisini evimde silsem. Bir ömrüm daha olsa suda köpük dalda çiçek öyle doğal öyle içten öyle hafif kendi yolum kendi huyum akıp gitsem açıp tütsem, varsın yoksulluğum sürsün hevesim taşa dönsün, yeter ki rengârenk gökkuşağı tülüm olup sılamda beni sarsın.. Bir ömrüm daha olsa yine bu dünyada annem babam kardeşlerim dostlarım karım kızım bütün sevdiklerim yine aynı bakışlı aynı insanlar ama çocukluğumda buluştuğum, dağılacak da olsak doyamadan sanki hiç bitmeyecekmiş gibi yeniden ve derinden soluduğum. Güvercin kaldırırken çatıdan ıslık ıslık annemin Yemek hazır! diye seslendiği mutfaktan, arkda yüzüp arsada top koşturduğum, babamı beklediğim çarşı yolunda, ilk ayrılığın acısından damlayan gözyaşıyla ilk sevdanın yasını göğsüme bıçakla kazıdığım bir ömrüm daha olsa sadece bir solukluk, bırakır neyim varsa, vazgeçer gerisinden koşardım! Bir ömrüm daha olsa, ah, bir solukluk! Nihat Behram