Bir Tek Seni Götürüyorum - Dilek Kartal

'Yazılar, Denemeler.' forumunda zipper tarafından 18 Haz 2014 tarihinde açılan konu

  1. zipper

    zipper quae nocent docent

    Perdesiz pencerenin önünde durup, “dile kolay , tam otuz altı sene” diye mırıldandı kendi kendine. Tam otuz altı sene.. Neredeyse her kaldırım taşına dair bir anısı olan mahallesiyle vedalaşmanın zor olacağını biliyordu ama yine de bu kadarını ummamıştı. Uzayan külün yere dökülmesini umursamadan , derin bi nefes daha çekti sigarasından.. Bu muydu yani? Bu kadar mıydı? Aklının içinde bir ses: ” Abartıyorsun kızım .. Her zamanki gibi olayları dramatize edip , abartıyorsun” dese de ; bu çocukça mızmızlanmanın önüne geçemiyordu
    işte..

    gözlerimin kandillerini söndürdüm
    ağır ağır..
    çünkü
    ışığa ihtiyacı yok
    düşleri büyümeyen çocukların,
    tablada unutulup
    kendi kendini tükenen sigaranın
    ihtiyacı yok iç çekişime..
    Eşyasızlıktan istifade eden bir kanat sesi, olan yankısıyla düşüverdi odanın ortasına. “Kumrular” dedi, sesin geldiği tarafa bakmadan..” Gideceğimizi anlamış olmalılar.. Umarım yeni taşınacak olanlar da …” Kumrular hep gelirdi. Garip bir şekilde, sanki sokakta yuva yapılabilecek başka balkon yokmuşçasına, onların balkonunu seçerlerdi.. Her seferinde babası , bu duruma balkonun ardiye haline gelişini bahane gösterir, birkaç saatlik bir kıyamet kopartır, annesini bir temiz fırçalar, sonra da usulca yanına gelip ; ” biraz bulgur bırak camın önüne” derdi.. Yüzyıllardır, süre gelen bu ritüel, artık evdekiler için o kadar sırdanlaşmıştı ki , kumruların yuva yaptığını ne zaman görse, muzip bir çocuk gibi babasının odasına girip; “şekerim, misafirlerin gelmiş, hadi sen tiradını at da, ben bulgurları hazırlıyorum ” demekten büyük keyif alırdı..

    gidiyorum..
    paslı kilitleri parçalarken
    olduğum tetanozları,
    balkondaki boş saksıya diktim..
    sonbaharda,
    bir azizlik etmezse eylül
    kırmızı bir ayrılık açacak
    belki dibine
    kumrular yumurtalarını bırakacak..
    dokunma sakın!
    çünkü yabancı kokuyu
    hemen tanır kumrular..
    terkedip giderler doğmamış yavrularını
    en vedasızından..
    sakın dokunma !
    Bir de güvercinler vardı elbette.. Kumrularla giriştikleri bulgur savaşında hep galip gelen güvercinler.Yeni silinmiş camlara , yeni yıkanmış çamaşırlara, yani silinmiş balkona, yeni ve temiz olan ne varsa hepsinin kabusu güvercinler.. Elektrik tellerinin , direklerin arasında çamaşır ipi gibi gerili olduğu yıllarda, boncuk gibi telin üzerine dizilip, balkona konacak bulgur tasını bekleyen güvercinler..
    Kuşlarla bezeli hatıralardan, an’ın rehavetine hiç de uygun olmayan müzik sesiyle sıyrılıverdi. Şu Üniversiteli çocuklar taşındığından beri, sokağın müzik zevki bir hayli değişmişti.. Eskiden böyle değildi.. Daha doğrusu eskiden gündüzleri çıtı çıkmayan bir sokaktı burası.. Akşamlarıysa , herkesin kendi meşrebince dinlediği müziklerin sesi, aralık duran pencerelerden usul usul yağardı karanlığa.. Hiçbiri bir diğerini bastırmak gayreti taşımadan, inanılmaz bir uyumla birbirine karışırdı..
    Gözü , yeni taşınılan eve götürülmeye uygun görülmeyenlerin olduğu kutuya takıldı.. Plakların bir kısmı ordaydı.. “Neyse ki yalnızca kenarı kırılmış ya da çizilmiş olanlar” diye geçirdi içinden.. En üstte duran bir kaçını eline aldı. Parmakları plağın yüzünde daire
    çizerken, buruk bir gülüş dağıldı yüzünde.. En sevdiklerindendi.. Kırılmış olması içini acıttı..
    Özellikle yaz gecelerinin en renkli yanıydı sofralar.. Bütün aile , önemli bir misafir ağırlıyormuşçasına özenle hazırlanan sofrada yerini alır, yemekler yenir ve fasıl başlardı.. Çocukluğundan beri böyleydi bu. Bu yüzden akranları zamane şarkılarını söylerken, o bambaşka şarkılar mırıldanırdı.. Gerçi, ilerleyen yaşlarda bu zengin repertuar bilgisiyle hava atsa da, ilk gençlik yıllarında müzik zevki yüzünden arkadaşlarının alaylarına muhatap kalmıştı. İçin için hırslanırdı.. Annesinin de, babasının da sesi o kadar güzeldi ki ; nasıl olup da sesinin güzel olmadığına anlam veremezdi. Plağın yüzünü okşamaya devam ederken, babasıyla birlikte söylediği o şarkı dökülüverdi dilinden : “Dîl şâd olacak diye, kaç yıl avuttu felek…”

    gidiyorum..
    eski plakları odaya serdim..
    belki güvercinler
    camı kırıp içeri girerler..
    olmaz deme..
    ben,
    bu “belki”lere tutundum hep..
    belki içeri girerler
    belki değer gagaları plaklara
    belki ben gittikten sonra da,
    odam
    duvarlar
    güvercinler ve gece
    sevdiğim şarkıları dinlerler..
    b e l k i
    ….

    “boşuna yaz beklemek…”
    Şarkı bittiğinde derin bir nefes aldı. Odanın boş oluşunun yarattığı akustikten olsa gerek, ilk defa kendisi de beğenmişti sesini.. Plağı özenle kutuya bırakırken, kutunun içindeki diğer ıvır zıvırlar gözüne ilişti.. Ivır zıvırlar.. Sizin için bir hayat demek olan şeyler, bir başkasının ıvır zıvır gözüyle bakması ne kadar acıtıcıydı.. Eşyalarını toparlarken, odaya giren annesi nasıl da azarlayıvermişti, nasıl da kolay:
    -O ıvır zıvırların hiç birini görmek istemiyorum artık.. Aaaa, seç şunları artık .. Bir sürü döküntü işte.. İşine yarayacak olanları al, yaramayacak olanları haybeye taşımayalım..
    İnsan anılarını işe yarayanlar ve yaramayanlar olarak ayırabilir miydi ki? Ayırdı.. Sonuçta, bu evin kuralları vardı ve patron hemen bütün evlerde olduğu gibi anneydi. Söz sahibi olamadığı bu kurallarla yaşamaya mecbur olduğuna göre, yapılacak en kolay şey “peki” demekti.. “Peki. Nasıl olması isteniyorsa öyle olsun”du..Anılarının eli yüzü düzgün , döküntü sınıfına girmeyenlerini toparladı ,diğerleriyle göz göze gelmemeye çalışarak . Ama yakalanmıştı işte.. Kolinin içindeki parçaları, biraz mahzun, biraz kızgın ama en çok da kırgın bakıyorlardı.. Gözlerini kapattı.. Böyle olmasını istememişti.. Hiç istememişti.. Ne gitmeyi, ne de geri gelmeyi istememişti, belki de. Ama, gidilmiş ve geri gelinmişti.. Artık gidilecek yeni evin coşkusuyla, herkes gibi o da, kendine ait olan bir çok şeyi fırlatıp atmalıydı.. Attı.. Atamadı aslında..

    gidiyorum..
    sevmediğim ne kadar elbisem varsa
    yanıma alıyorum
    sevdiklerimi
    kapının koluna astım..
    sevdiğim her şeyi
    burada bıraktığım gibi
    onları da bırakıyorum..

    burada bırakıyorum
    yarısı bitmemiş
    ve asla bitmeyecek örgülerimi..
    kitaplarım başka bir evde kalmıştı,
    sadece kağıtlarımı
    ve kalemlerimi bırakıyorum..
    tarih düşülmüş küçük notları..
    postaya verilmemiş mektupları..
    yüzümde koca bir gülüşün donduğu
    siyah beyaz fotoğrafları..
    burada
    bırakıyorum..
    Belki de iyi olabilirdi. Tebdil-i mekânda belki de gerçekten ferahlık vardı. Bu kapıdan çıktığı an, sihirli bir değnek dokunup, hayatını bambaşka bir yere taşıyabilirdi.. Bambaşka? Keşke bu bambaşkalık hakkında bir fikri olsaydı ama yoktu. Gitmek istemekle, kalmak istemek arasında gerili kalmış öylece sallanıyordu sanki.. Bir sigara daha yaktı.. “Bir kahve olsaydı keşke” diye geçti içinden. Nesrin Abla’da olsaydı.. Oturup bir küçük fincana bakarak yüzlerce kehanette bulunsalardı.. O yine, zıpır esprilerle ortalığı karıştırsaydı, yine kızsalardı O’na hiçbir şeyi ciddiye almıyor diye, hiçbir şeyi ciddiye almadığını sansalardı, maskesini fark etmeselerdi, yine sevinseydi maskesinin ne kadar sağlam olduğuna, açık vermediğine, bütün dalga geçişlerinin altında yine de için için korksaydı telvenin hâline dair bir şey fısıldamasına, kulak kabartıp müjdeli bir haberi bekleseydi var gücüyle inanmayı isteyerek.
    -se, -sa…
    Bütün hayatı, bu -se, sa’lar üzerineydi işte.. İşin tuhafı tamamı da geçmişe dairdi.. Yani değiştirilemeyecek olana. Derin bir nefes yine.. İçi daralmıştı.. Çatıların arasından gökyüzüne baktı. Sokak çocuk sesleriyle inliyordu.. İçlerinde kendisine benzeyen bir yüz aradı..Olmadı.. Aldı kendi yüzünü ödünç verdi, en çelimsiz, en haylaz olanının yüzüne..

    birazdan,
    bir kahve yapacağım kendime
    son kez..
    son kez yüzümü pencereye yaslayıp
    hiç birşey ama milyon şey düşünerek
    iki çatı arasında hapsolan
    küçük maviden
    ufka bakacağım..
    aklımdan çocukluğum geçmeyecek,
    karşı kaldırımdan
    kaldırıp başını bakmayacak
    dizlerimin yara kabukları..
    fincanı içime doğru çevirip
    fal kapatacağım
    “neyse hâlim”in çıkmasından korkarak..

    Yavaş yavaş ışıkları yanan pencerelerde göz gezdirip, “acaba bu sokağı benim kadar seven var mı” diye düşündü.. Yaz tatilinde gönderildiği kuran kursunun olduğu camiden akşam ezanı okunuyordu. Hızla koştu sanki, yokuş aşağı hızla koştu ve ilk sağ, sonra tekrar sağa ve hafif bir rampa.. Nefesi kesilmeye başlarken sokagın bittiği yerde kollarını karşılayan o güzel cennet ; boş arsa.. Arsa, düşmek, düşüp arkadaşların yardımıyla kaldırılmak, çeşmede elleri yıkamak, ağlamak,ağlayarak eve gitmek, üstüne bir de anneden azar yemekti.. Ama arsa, cennetti işte.. Birkaç yıl önce, çeşmeyi de söküp, boş arsaya kocaman ve iğrenç görünümlü bir apartman dikmişlerdi.. Nasıl üzülmüştü sokağın çocukları için.. Onların, önünde çeşmesi olan bir Himalaya’sı, bir cenneti olmayacaktı..

    gidiyorum..
    pencereden son kez bakıp,
    vedalaşmadan kimseyle..
    bi ekmek bi sigara borcumu
    bakkala ödeyip,
    ve helâl edip bütün alacaklarımı,
    çeşmeyi,
    arsayı,
    camiiyi
    saklambaçları,
    yakan topları
    beş taşları..
    ne varsa gülümseyerek hatırladığım
    hepsini yerli yerine bırakıp
    gidiyorum..

    Kumrular, güvercinler, plaklar, şarkılar, elbiseler, arsa.. İrili ufaklı bir sürü şeyi geride bırakıp gidecekti birazdan. Bırakamadıkları, bıraktıklarından fazlaydı yine de.. Sızılar vardı, göz yaşları, kahkahalar, fısıltılı konuşmalar, rüya bile olsa kan ter içinde sevişmeler vardı.. Yerinden çıkacakmış gibi çarpan bir kalp, kırılan bir kalp, taş oldu diye korktuğu bir kalp,bir kalp ve o kalpteki haller vardı.. Asla unutulmayacak olan, değil bir başka sokağa ,dünyanın öteki ucuna da gitse, onunla birlikte gelecek olanlar vardı.. Ve iyi ki vardı..
    Elini, kalbinin üzerine götürdü ve atışını dinledi avucunda.. Her ne olursa olsun, iyi ki diye hatırlayabildiği bu “şey” için , Ona bir teşekkür borçluydu ama o teşekkürü asla edemeyecekti. Etmesi de gerekmezdi. Üzerinden akıp giden onca zamanın aşındıramadığı bir parçası vardı ve yeterdi.. Ötesi.. Ötesi kimsenin umurunda değildi.. Herkesin “boşuna” dediğinin, hiç de boşuna olmadığını biliyordu..Göz pınarına hızla hücum eden iri damlayı, durdurmayı başaramadı..Saatlerdir, hatırladığı onca anının başaramadığını , tek başına başarmış olması bile, boşuna olmadığının ispatıydı bir bakıma.

    bir tek seni götürüyorum sevdiklerimden..
    belli etmeden diğerlerine
    dudaklarımın arasına saklayıp
    tek
    seni götürüyorum..
    kirpiğimin ucu tutuşuyor
    söndürürken gözlerimin kandilini..
    hiç kimseye şikayet etmiyorum..
    gidiyorum..
    Parmaklarının arasındaki sigara izmaritini usulca yere bıraktı.. Hızlı adımlarla evi bir kez daha dolanıp, pencereleri kontrol etti. Daire kapısının önüne geldiğinde, Derin bir nefes alıp, omuzlarını dikleştirdi.. Gözlerindeki yaşı saklamaya gerek duymadan, son defa koridora ve koridora açılan oda kapılarına baktı..Cebindeki anahtarı yavaşça sıktı, cesaret vermesini umar gibi ..Eşikten adımını atarken , kime ve neye söylediği bilinmez bir cümleyi merdiven boşluğuna savuruverdi :
    ” Tamamdır.. Gidebiliriz…”

    Dilek Kartal​
     

Bu Sayfayı Paylaş