Dünyanın; iktisadi yönden gelişmişlik ve az gelişmişlik şeklindeki ikili ayırımına paralel olarak, dünyanın demografik yani nüfus yapısını da birbirine eşit olmayan ve çok belirgin farklı özelliklere sahip iki ayrı gruba ayrıldığı görülmektedir. Bunlar; son iki yüz yıllık bir zaman içerisinde demografik yapılarını denetim altına alarak modern döneme girmiş olan gelişmiş ülkeler ile daha henüz yolun başında olan ve demografik geçişlerini tamamlamamış geleneksel demografik yapıda olan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdir. Söz konusu ikili ayırıma neden olan gelişme ve değişimleri geçmişten günümüze ele alarak değerlendirdiğimizde konu daha net ve açık bir şekilde anlaşılacaktır. Fransızca “Demographie” kelimesinden gelen ve ilk defa Achille Guillard tarafından 1855’de “İnsan İstatistiği Öğeleri ya da Karşılaştırmalı Nüfusbilim” adlı eserinde kullanılan “Demografi” kelimesi, Nüfusbilimi ile eşanlamlıdır. Demografi; istatistiki bilgilerden yararlanmak suretiyle nüfusların iç özelliklerinin durumunu ve hareketlerini gözlemler, araştırır, inceler ve çözümler. Nüfus yapısını değişik açılardan ele aldığımızda; nüfus yitimi; telafi edici bir göçmen alış süreci bulunmaksızın ölümlerin doğumlardan yüksek bulunduğu bir ülkedeki nüfus azalma süreci, asgari nüfus; kapalı bir nüfusun demografik geleceğini tehlikeye düşürmeden daha altına inemeyeceği sayı, durağan nüfus: doğum ve ölüm oranlarının birbirine eşit olduğu, yani doğal artış oranının sıfır olduğu istikrarlı nüfus, en uygun nüfus: Bir nüfusun kendisine en uygun refah düzeyini sağlayabilecek koşullardan yararlanabilmek için aşağı yukarı korunması gereken sayı, kapalı nüfus; dışarıyla göç bağlantısı olmayan nüfus, kararlı nüfus: yaşlara göre üreme ve ölüm oranı değişmeden kalan ve yaşlara göre yapısı değişmeyen nüfus, standart nüfus: Bir çok ülkenin yaşa göre yıllık ölüm oranlarını karşılaştırmaya ve böylece bu ülkelerde seçilen bir yaş yapısı için yıllık gayri safi ölüm oranlarını kestirmeye yarayan belli bir yaş yapısına sahip nüfus (*) gibi tanımları dikkate alınması gerekmektedir. Tablo:I Geleneksel Demografik Rejimde; Doğum ve ölüm oranları %040-50 arasında, yıllık nüfus artışı yıllık %2-3’ün üzerindedir. Geçiş Döneminde; Doğum ve ölüm oranları %040-10arasında, yıllık nüfus artışı %1-2 oranındadır. Bu dönemde ölüm oranı sürekli düşmekte, doğum oranı bir süre aynı devam etmekte daha sonra düşmektedir. Modern dönemde ise; doğum ve ölüm oranı çok düşük %010’un altında, yıllık nüfus artışı da %1’in altındadır. Dünya nüfusu 1965-1970 arasında %2’yi aşarak en yüksek seviyeye ulaştıktan sonra, özellikle Latin Amerika, Asya ve Afrika’da alınan tedbirlerle nüfus artış hızı düşürülmeye başlanmış, 1980-1990 arası bu oran %1.8’e inmiştir. Bu hızın düşürülmesine yönelik çalışmalar halen devam etmektedir. Genel olarak, nüfusunun %40-45’i 15 yaşın altında, % 2-3’ü de 65 yaşın üstünde olan yerler genç nüfuslu ülke, nüfusunun %20 si genç, %15 ve daha fazlası yaşlı olan yerler ise yaşlı nüfuslu ülke sayılmaktadır. Zira; Afrika, Güneydoğu Asya, Güney Amerika ve Ortadoğu gibi nüfusunun %40’dan fazlası 15 yaşın altında olan güney ülkeleri genç nüfuslu, Çin, Hindistan, Mısır ve Türkiye gibi nüfusunun %30-40 arası 15 yaşın altında bulunan ülkeler orta yaşlı, K. Amerika, Avrupa, Rusya, Avustralya gibi nüfusunun %30’dan aşağısı 15 yaşın altında olan kuzey ülkeleri yaşlı ülkeler olarak değerlendirilmektedir . Doğurganlığın çok yüksek olduğu genç nüfuslu geleneksel demografik rejimlerde, özellikle bir çok Afrika ve Güney Asya ülkelerinde kadın başına 6-7 çocuk düşerken, bu artış yüksek çocuk ölümleri ile birlikte, 35-40 yaş gibi kısa yaşam süresi ile dengelenmektedir. Doğurganlığın zayıf olduğu yaşlı nüfuslu gelişmiş ülkelerdeki demografik rejimlerde ise, kadın başına 2 ve daha az çocuk düşerken, bu düşüş 75 yaş gibi uzun bir yaşam süresi ile dengelenmektedir. Batıda tıp, sağlık koruma, yaşam düzeyi ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak gerçek bir demografik devrim meydana gelirken, insanların sayısı ile birlikte yaşam süreleri ile doğum oranları da değişmiştir. Önceleri ölüm oranındaki gerileme, yüksek bir doğum oranıyla birleşerek önemli bir nüfus artışına yol açmış, daha sonra ölüm oranı düşmeye devam ederken doğum oranındaki düşüş nüfusu dengeye kavuştururken aynı zamanda nüfusu yaşlandırmıştır. Demografik geçiş döneminin henüz başında olan ülkelerde, doğum ve ölüm oranlarının çok yüksek olması, ya da düşük ölüm yüksek doğum oranı gibi dengesizliklerle hızlı bir demografik büyüme gösterirken, bazı ülkeler hem düşük doğum ve hem de düşük ölüm oranı ile bu sürecin sonuna gelmişlerdir. Yaş ortalaması 50 yaş civarında olan yoksul ülkeler ile yaş ortalaması 75 civarında olan gelişmiş ülkeler arasındaki fark, özellikle sağlık alanındaki gelişmeler, bulaşıcı hastalıkların azalması ve iktisadi krizler nedeniyle yavaş yavaş kapanmaktadır. Tablo:II Dünyanın demografik yapısının ilk defa incelenmeye başlandığı XVII yy’ın ortalarını başlangıç noktası olarak kabul edersek, bu güne kadar yani 300 yıl içerisinde dünya nüfusu 5 kat artmıştır. Dünyanın 1650-1750 yıllarında %o4’den olan nüfus artış hızı, 1900-1950 yılları arasında %09’a yükselirken, aynı dönemde Avrupa’nın nüfusu artış hızı %03 den %010 a çıkmıştır. Dolayısıyla bu dönemlerde nüfus artışında başı Avrupa çekmiştir. Yine, dünya nüfusunun yer yüzündeki dağılımı da çok adaletsiz bir şekilde olmuştur. Daha doğrusu, İnsanların üçte ikisi karaların onda birinden daha az topraklar üzerinde toplanmıştır. Diğer taraftan kuzey yarı küre insanların 90’nını, eski dünya %85 ini barındırmaktadır. Yine dünya nüfusu 1950’ler de 2.5 milyardan başlayıp, 1960’lara doğru 3 milyar, 1976’da 4 milyara, 1991’de 5 milyara ve 1995’de de 5.7 milyara çıkmış, 1980-1990 arasındaki yıllık artışın 75 milyon kişiden 93 milyon kişiye yükselmesi sonucu dünya nüfusu 2000 yılında da 6 milyarı geçmiştir. Bu nüfus artışının yüzde 85’ini üçüncü dünya insanları oluşturmuş, dünyadaki nüfus artışının yüzde 40’ı sadece Çin ve Hindistan’da gerçekleşmiştir. 1950’ler de 2.5 milyarlık dünya nüfusunun 800 milyonu sanayileşmiş ülkelerde yaşarken, kuzey tüm insanlığın üçte birini temsil ediyordu. Güney uluslarını oluşturan Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi eski demografik rejime mensup yoksul üçüncü dünya ise 1.4 milyar nüfusu ile insanlığın üçte ikisini oluşturuyordu. Bu nedenle de büyük bir nüfus artış potansiyeli taşıyorlardı. Savaşın sona ermesi, bağımsızlık ve kollektif hekimlik, ölüm oranında hızlı bir düşüş sağladı. Böylece üçüncü dünya değişim sürecine girmiş oldu. 1950-1990 arasında çocuk ölümleri üçte iki oranında azaldı. 41 yaşı bulmayan ömür süresi 60 yıla çıktı. Gelişmiş ülkelerde bir asırda varılan bu noktaya üçüncü dünya 40 yılda geldi. Üçüncü dünyada doğurganlık yüksekliğini korurken demografik değişimin birinci evresine girdi ve bu nüfus artış evresiydi. Avrupa (eski SSCB dahil), Kuzey Amerika, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın nüfusları, 1750’ye doğru İngiltere ve Fransa da doğan değişimin bütün evrelerini iki yüzyıl boyunca kat ettikten sonra demografik gelişimin son evresine gelmişlerdir. Artık on yıllardan beri nüfus artışları durağanlaşmış, dolayısıyla her bir gelişmiş ülkenin vatandaşı Güney vatandaşından 28 kat daha fazla ürüne sahip olmuştur. Dünya nüfusunun yıllık artış hızı 1950-1968 arasında ölüm oranının düşmesi nedeniyle 1965’de maksimum noktasya ulaşmış, yüzde 2.06’lık bir hızla 33 yılda dünya nüfusu iki katına çıkmıştır. Bu hız 1995’de yüzde 1.57’ye düşmüştür. Bu sırada güney ülkelerinin ortalama nüfus artış hızı yüzde 1.8 idi. 30 yıllık bu yavaşlama bütün dünya nüfusunun değişim sürecinin ikinci evresine girdiğinin göstergesidir. Bu evrede doğurganlık ölüm oranını yakalarken nüfus artış hızı da düşmektedir. Doğurganlığın düşmesi bu olayın esas temeli olup, bugünkü dünya nüfus değişiminin belirleyicisidir. Tablo:III Bahsedilen gelişim hızının ikinci safhasında, güney ülkelerinde doğurganlık oranının hızlı düşüşü çok önemlidir. Batı’da iki çocuklu ailenin temsil ettiği modern nüfusa ulaşmak için nasıl 1.5 asır gerekmişse, bu süre güney ülkelerinde 20-30 yıl gibi kısa bir süreye indirgenebilmiştir. Hatta kimi ülkelerde bu geçiş süreci daha kısa dönemde sağlanabilmiştir. Özellikle Çin’de doğum oranları 1970-1978 yılları arasında yüzde 50 oranında düşmüştür. Daha az olmak üzere diğer üçüncü dünya ülkelerinde de benzer düşüşler görülmektedir. Kara Afrika’da yaşayan 600 milyon insan da aynı gelişmenin içinde yer almış, doğurganlık 1970’den beri Kenya’da yüzde 35, Botswana’da yüzde 26, Zimbabwe’de yüzde 18 oranın da azalmıştır. Ancak tüm dünya ülkeleri nüfus konusunda aynı geçiş sürecinde bulunsalar da, hepsi aynı safhalarda değildir. Yani üçüncü dünyanın benzer demografik benzerliğinden söz etmek mümkün görülmemektedir. Çeşitli yollardan geçtikten sonra geçiş safhasının sonuna gelmiş ve kadın başına 2.5 çocuktan az çocuk düşen bir çok ülke 1995’de 2.5 milyarlık toplam bir nüfusu oluşturuyordu ki, bu dünya nüfusunun yarısını oluşturuyordu. Farklılaşmış bir yapıya sahip olan bu ülkeler 1.2 milyarlık Çinliyi de kapsamakta idi. Çin’de doğurganlık oranı 1990-1995 arası bir kadına 1.9 çocuk iken, aynı dönemde bu oran ABD’de 2.1 idi. Dünya nüfusunu 2 milyardan 5 milyara çıkaran ilk büyüme dalgasından sonra (geçişin ilk safhası) ikinci safha daha sabit daha durağan bir nüfus gücünün etkisinde olacaktır. 1995’den 2025’e kadar dünya nüfusu ileriye doğru yeni bir hamle daha yapacaktır. Bu da 5.7 milyar insandan 8.3 milyar insana geçiş demektir. Bir başka deyişle 30 yılda 2 milyar insan daha yeryüzünde olacaktır. Bu büyük artışın yüzde 95’i bu artışı karşılayamayacak olan ülkelerde yani güneyde gerçekleşecek. Bu kadar eşitsiz bir dağılım 30 yıl içerisinde yeryüzünün şeklini bir hayli değiştirecektir. Merkez üssü Asya olan demografik dengesizlik yön değiştirip güneye kayacaktır. 70 yıl içinde Afrika nüfusu 222 milyondan 1.6 milyara çıkıp tam 7 kat artarken Latin Amerika nüfusu sadece 4.5 kat artış gösterecektir. Bu iki kıta 2025 yılında dünya nüfusunun yüzde 28’ini barındırıyor olacaktır. Oysa 1950 yılında iki kıtada dünya nüfusunun sadece yüzde 15’i yaşıyordu. Avrupa’ya gelince kıta 1950 yılında dünya nüfusunun yüzde 16’sına sahipti. 2025’te ise sadece yüzde 6’sına sahip olacaktır. Asya’nın en kalabalık 18 ülkesi 1950’de 1.2 milyar insan barındırırken 2030 yılında 4.3 milyar insanı barındıracaktır. İleriki on yıllarda karşılaşacak zorluklar geçmişin demografik nedenlerinden ileri gelecektir. Nüfus dinamiği ve geçiş safhası öyle at başı gidecek ki güney ülkeleri bir taraftan nüfuslarının büyük oranda arttığını müşahede ederken öte yandan, doğurganlığın hızlı düşüş göstermesi nedeniyle nüfus yapılarında yaşlıların oranının yükseldiğini de göreceklerdir. Çin’de 1957-1990 arsı 15 yaşından küçük olanların toplam nüfus içindeki payı yüzde 40’dan yüzde 26’ya düşmüş, 2020 yılında da yüzde 12’ye düşecektir. 65 yaşından büyük olanların Çin nüfusundaki oranı 1990’da yüzde 6 iken, 2025 yılında iki misline çıkacak yüzde 13 oranıyla Avrupa seviyesine ulaşacaktır. Bu gelişim Avrupa’da yüz yıl sürerken Çin ve diğer bazı güney ülkelerinde aynı gelişim sadece 25 yılda gerçekleşecektir. Demografik geçiş süresinin XXI. yy’ın ortalarına doğru tamamlanmasından sonra nüfus artış hızı azalarak tüm dünyada kontrol altına alınabilecektir. Dünya nüfusu 2025 yılında 8.5 milyar ve 2075 yılında da 9.5 milyar olacağı tahmin edilmektedir. Bununla birlikte, dünya eskiye oranla daha zengindir. Örneğin dünya GSMH’sı 1950-1994 arası 4 trilyondan 23 trilyon dolara çıkarken, yine aynı dönemde kişi başına düşen gelirde üçe katlanmıştır. Nüfus artışı Kuzey’e oranla yedi kat daha hızlı olan Güney ülkeleri dünya zenginlik dağılımında baştaki dezavantajlı durumlarına rağmen, daha çok pay elde etmeye doğru gitmektedir. Yine başka bir karşılaştırmaya göre sanayileşmiş ülkeler dünya GSMH’sının yüzde 54’ünü oluştururken, (bu oran eskiden yüzde 73’tü) güney yüzde 18’den 34’e çıkıyordu. OECD’ye göre 2010 yılında Asya’nın en dinamik ülkeleri kendi başlarına Dünya GSMH’sının yüzde 40.6’sını oluşturacaklardır. (OECD ülkeleri yüzde 44.1) Sadece Çin dünyanın beşinci üreticisi durumunda olacaktır. Öte yandan, güney ülkelerinde gittikçe daha da eşitsiz bir şekilde gelişecek olan kentsel ve kırsal nüfusun yaşam seviyesi; zengin bölgelerle , iş gücü fazlası olan fakirliğin ve işsizliğin kol kola gezdiği terk edilmiş fakir bölgeler arasındaki uçurum büyük çalkantılara gebe olacaktır. Özellikle ulaşım ve enerji sektöründe bozuk veya hiç yapılmamış alt yapı nedeniyle oluşan üretim sıkışmalarını da bu konuda saydığımız çarpıklıklara ekleyebiliriz. Buradan kaynaklanan sosyal eşitsizlik ve siyasal istikrarsızlığın yarattığı risk ortamı bir çok üçüncü dünya ülkesine geçmişinden miras kalmıştır. Sonuç olarak gelişmiş ülkeleri birbirine yakınlaştıran siyasal ve ekonomik entegrasyon süreçleri, 2 milyar insanın açlık ve sefalet içinde herkes tarafından unutulmuş bir şekilde yaşadığını asla unutturamaz. Bu unutulanların büyük bölümü Kara Afrika’da yaşayanlar olup, Dördüncü Dünyayı oluşturmaktadır. Tablo:IV Ülkemizdeki demografik gelişmelere baktığımızda; Dünyadaki demografik gelişmelerin takip ve kontrole alındığı dönemin başlangıcı her ne kadar 17. yy’ın ortaları sayılmakta ise de, nüfus çalışmalarına oldukça önem veren Osmanlı İmparatorluğunun bu konudaki çalışmaları dar kapsamlı da olsa daha eski yıllara dayanmaktadır. Osmanlılar ilk nüfus çalışmalarını, memur ve sipahilere bırakılan gelir kaynaklarının nicelik ve değişmelerini saptamak amacıyla 30-40 yıl gibi aralıklarla nüfus ve toprak sayımının yapılması şeklinde, ilk toprak ve nüfus sayımlarını 1326-1360 ve 1360-1389 yılları arasında yapmıştır. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman genel bir sayım yaptırmaya teşebbüs etmiş ve bunun her yüz yılda bir yapılması için de Kanunnameye hüküm koydurmuştur. Bu dönemde 1566-1574 yıllarında Genel Nüfus ve Arazi Sayımı yine, 1608 yılında tekrar bir nüfus sayımı yapıldığı tarihçiler tarafından belirtilmektedir. Ülkemizde başarı ile sonuçlandırılan ilk nüfus sayımı1831 yılında askerlik yapacak halkın sayısı ile vergi kaynaklarının saptanması amacıyla yapılmış, bunu kadın nüfusu da kapsayacak şekilde 1844 yılında yapılan sayımlar izlemiştir. Cumhuriyet Tarihimizde Yapılan Sayımları Gösteriri Tablo; Sayım Toplam Yıllık Artış Artan Nüfus Tarihi Nüfus Hızı %0 Sayısı 28.10 1927 13 648 270 - - 20.10.1935 16 158 018 21.10 2 509 748 20.10.1940 17 820 950 19.59 1 662 932 21.10.1945 18 790 174 10.59 969 224 22.10.1950 20 947 188 21.73 2 157 014 23.10.1955 24 064 763 27.75 3 117 575 23.10.1960 27 754 820 28.53 3 690 075 24.10.1965 31 391 421 24.62 3 636 601 25.10.1970 35 605 176 25.19 4 213 755 26.10.1975 40 347 719 25.00 4 742 543 12.10.1980 44 736 957 20.65 4 389 238 20.10.1985 50 664 458 24.88 5 927 501 21.10.1990 56 473 035 21.71 5 808 577 22.10.2000 67 844 903 18.34 11 371 868 Kaynak:die.gov.tr 09.12.2002 Ülkemizdeki nüfusun demografik anlamda sayının ve niteliklerinin tespiti amacıyla ilk sayımlar1927’de yapılmıştır. Cumhuriyet tarihimizden günümüze kadar ilki 1927 yılında ikincisi de 1935 yılında olmak üzere, bu tarihten sonra da her beş yılda bir on üç genel nüfus sayımı yapılmıştır. 23 Şubat 1990 tarih ve 403 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname gereği sonu ”0” biten yıllarda olmak üzere her on yılda bir nüfus sayımı yapılması karara bağlanmış ve en son 14. genel nüfus sayımı 2000 yılında yapılmıştır. Yukarıdaki tabloda da görüleceği üzere nüfus sayısının ve nüfus artış hızının en düşük olduğu dönem II Dünya savaşının yaşandığı 1940-1945 yılları olmuştur. Nüfus artış hızının en yüksek olduğu dönem ise dünyadaki genel nüfus artış hızının en yüksek olduğu dönemlere paralel 1955-1960 dönemidir. Bu dönemde yıllık nüfus artışı %028 olmuştur. Ülkemizin nüfusu son 73 yılda yani 1927-2000 arasında 5 kat (4.97) artmıştır. Ancak 1985 yılından itibaren dünyadaki genel düşüşe paralel nüfus artış hızımızda da düşüşler gözlenmiştir. Ortalama 72 yaş sınırı ile dünyada 45. sırada yer alan ülkemiz, orta üstü yaş grubunda bulunmaktadır. Ülkemizdeki ölüm ve doğurganlık durumunu gösterir tablo 1990-2000 2000-2005 2010-2015 2020-2025 Doğum (yılda): 1.385 1.364 1.358 1.353 Ölüm ( “ ): 396 448 535 638 KDO (binde): 23.5 19.7 17.5 15.7 Nüfus Artış (“ ): 18.5 14.1 10.9 8.3 Kaynak: Hürriyet Gazetesi 14.01.1999 Yukarıdaki tabloda da görüleceği üzere, ülkemizdeki yıllık ortalama ölüm sayısı artarken doğum sayısı düşmekte, dolayısıyla bu durum nüfus artış hızını düşürmekle birlikte aynı zamanda nüfus yitimi dönemine girdiğimizi ve bu durumun 2025’lere doğru devam edeceğini göstermektedir. Dolayısıyla ülkemiz 1990-2000 yıllarında geleneksel demografik rejimden geçiş dönemine girdiğini, ancak doğum ve ölüm oranlarının %01’in altında olduğu modern döneme girmeden; doğum oranının düşük, ölüm oranının yüksek olduğu ilginç bir döneme girdiği ve bu durumun önümüzdeki yıllarda da devam edeceği anlaşılmaktadır. Bu durumun gelecekte de devam etmesi halinde nüfus artışında önemli bir düşüş olacağı görülmektedir. Ayrıca bu durum ülkemizde doğum kontrolü ve aile planlamasının etkin bir şekilde yapıldığını, buna karşılık özellikle bebek ölümleri dahil doğal ölümler dışındaki ölüm artışının önlenemediğini göstermektedir. Esasen, gelişmiş ülkelerde doğum oranındaki düşüşe paralel olarak ölüm oranlarındaki düşüşün bu ülkelerde ortalama yaş sınırını yükseltmesine karşılık, ülkemizde çok ilginç bir durum gözlenmektedir. Zira; ülkemizde doğum sayısı ve oranlarındaki düşüşe paralel olarak ölüm oranlarında da düşüş olması gerektiği halde, tam tersi ölüm sayısı ve oranlarında yükselme görülmekte, bu durum nüfus artışını azalmakla birlikte, nüfusun yaşlı nüfus olması gerekirken genç bir nüfus olmasına da yol açmaktadır. Ülkemizdeki Ölümlerin Yıllara Göre Dağılımını Gösterir Tablo Yıllar Kadın Erkek Toplam Değişim 1992 66.331 88.775 155.106 - 1993 67.237 90.086 157.323 +2.217 1994 69.269 93.963 163.232 +5.909 1995 72.644 97.212 169.856 +6.624 1996 69.884 94.650 164.534 -5.322 1997 71.312 96.748 168.060 +3.526 1998 75.157 100.272 175.429 +7.369 1999 80.928 104.213 185.141 +9.712 KaynakİE Toplam 1.338.681 35.357 Yukarıdaki Tabloda görüleceği üzere ülkemizdeki ölümler oranları aynı kalmamakta sürekli artarak devam etmektedir. 1992-1999 yıllarında yani 8 yılda toplam ölüm 1.338.681 olup 1990-2000 yılları arasında yani son 10 yılda isse bu rakam 1.900.000’e yaklaşmaktadır. Yine ölümler bir önceki yıla göre artarak devam ettiğinden 1992-1999 arası artışı 35.357 adettir. Bu rakam aynı zamanda ölümlerdeki artış hızını göstermek bakımından oldukça dikkat çekicidir. Bir yerde ülkenin nüfus yitimini göstermektedir. Arıca erkek ölümleri kadın ölümlerinden fazla bulunmaktadır. Bu durum gelecekte Türkiye’nin kadın ağırlıklı bir nüfusa sahip olacağını göstermektedir. Yaş Gurubu ve Cinsiyete Göre Ölümler (Kaynak.DİE) Yaş / Yıllar 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 -1 19.412 19.412 19.126 20.080 17.292 16.862 17.704 15.870 1-4 3.152 3.071 3.268 3.091 3.105 3.004 3.136 3.698 5-14 2.703 2.723 2.897 2.687 2.488 2.364 2.479 3.967 15-24 4.011 4.034 4.424 4.620 4.320 4.285 4.137 5.996 25-34 4.684 4.801 5.394 5.210 5.147 4.985 4.939 6.360 35-44 7.443 7.900 8.348 8.406 8.206 8.618 8.847 9.900 45-54 13.478 13.389 14.387 14.510 14.478 15.086 15.776 16.862 55-64 26.710 28.324 28.194 29.904 28.822 27.862 27.233 26.744 65 + 73.313 73.479 76.891 81.147 80.226 84.809 91.178 94.696 Yukarıdaki tabloda görüleceği üzere; 0-1 yaş arasında 1990-2000 yıllarında toplam 189.758 bebek ölmüş, 0-4 yaş olarak ele aldığımızda bu rakam 224.853’e çıkmakta, 0-5 yaş gurubunu ele aldığımızda ise 250.000’e yükselmektedir. 45-65 yaş gurubunu ele aldığımızda bu rakamlar çok daha yüksektir. Yani ülkemizde henüz bir yaşına gelmeden ölen bebek sayısı dünya ortalamasına göre çok yüksektir. Ayrıca özellikle orta yaş gurubu olan 45 yaşından sonra ki ölümlerin artarak devam etmesi, ülkemizin genç nüfuslu bir ülke olmasına yol açtığı gibi, ülkemizde insan sağlığına yeteri kadar önem verilmediğini, sağlık sorunun henüz çözülmediğini daha doğrusu insan hayatının fazla bir önemi olmadığını, ölen ölür kalan sağlar bizimdir düşüncesinin hakim olduğunu göstermektedir. Olayın ekonomik yönden değerlendirilmesinde ise, ülkemizdeki gelir dağılımının adaletli olmadığı, insanları hayatını sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmesi için gerekli olan zorunlu besinleri almadığı ve beslenme yetersizliği sağlık sorunlarıyla birleşince ölümler artmaktadır. Ülkemizdeki, doğal ölümler dışındaki ölüm nedenlerinden intiharlarında üzerinde durulması gerekmektedir. İntiharlarda artış hızı çok düşük olmasına karşılık son on yılda ölümle sonuçlanan 17.327 intihar olmuş, bu rakam sayı itibariyle oldukça yüksektir. İntihar nedenleri; toplumun ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunlarını ortaya koyması açısından geleceğe ışık tutmaktadır. .
Ülkemizdeki İntiharların Yıllara Göre Dağılımı Erkek Kadın Toplam 1990 -- -- 1357 1991 -- -- 1228 1992 -- -- 1167 1993 -- -- 1229 1994 -- -- 1536 1995 -- -- 1460 1996 1122 693 1815 1997 1156 834 1990 1998 1125 765 1890 1999 1111 742 1853 2000 1114 688 1802 Toplam 17.327 Ülkemizde intiharlar özellikle ekonomik krizlerin yoğun yaşandığı 1994 yılından itibaren önemli artış göstermiş, 1990 yılların sonlarına ve 2000’li yılların başlarına doğruda ekonomik krizlere alışılması ve uyum sağlanması sonucu, sayı yüksek olmakla birlikte artış hızı durağanlaşmıştır. İntihar sebepleri genellikle, hastalık, aile geçimsizliği, geçim zorluğu, ticari başarısızlık, hissi ilişkiler ve istediği ile evlenememek, öğrenim başarısızlığı ve diğer nedenlerdir. İntiharlar kendini asarak, kimyevi maddeler kullanarak, kendini yüksekten atarak, kendini suya atarak ve ateşli silah kullanarak edilmektedir. İntihar sebeplerinde ilk üç sırayı, hastalık, aile geçimsizliği ve Geçim zorluğu almaktadır. Aile geçimsizliğinin dolaylı olarak geçim zorluğuna bağlı olduğu göz önüne alınırsa ilk sırayı geçim sıkıntısının aldığı bununda ekonomik krizlerden kaynaklandığı görülmektedir. Özellikle IMF politikalarına dayalı ekonomik sistemi uygulayanlar bu tabloya bakarak bu politikaları bir kez daha gözden geçirmelerinde yarar vardır. Ülkemizin bu olumsuz demografik yapısını değiştirip gelişmiş ülkelerdeki modern demografik yapıya geçişini gerçekleştirmek için; öncelikle, bebek ölümleri ile 45 ve üstü yaş gurubundaki ölümleri azaltmak için sağlık sigortasının yaygınlaştırılması, aile hekimliği ile toplumun psikolojik yapısı ve moral durumunun yükseltilmesine yönelik projeler hazırlanması ve bir an önce uygulamaya geçilmesi, ilk öğretim dahil eğitim kurumlarında psikoloji ve sosyoloji eğitiminin verilmesi en önemlisi tüm toplumun bir şekilde sosyal güvenceye kavuşturulması sağlanmalıdır. Bundan ikibin yıl önce, Hz. İsa’nın doğduğu tarih olarak kabul edilen milat yılında dünya nüfusu 300 milyon iken, milattan sonra 1500 yılında dünya nüfusu tam iki katına çıkarak 600 milyona yükselir. Öte yandan dünya nüfusundaki artışın kilometre taşı olarak, Endüstri Devrimi’ni temsilen 1750 yılı kabul edilir. Endüstri devriminden kaynaklanan refahla beraber ölüm oranının düşmesiyle birlikte, bu yıldan itibaren 1900 yılına kadar dünya nüfusu hızla artarak 1.7 milyara ulaşır. Diğer bir araştırmaya göre dünya nüfusu; 1802 yılında 1 milyar iken, 1927 yılına kadar yaklaşık 125 yılda 1 milyar artışla 2 milyar’a, 1927 yılından 1961 yılına kadar yaklaşık 34 yılda 1 milyar artışla 3 milyar’a, 1961 yılından 1971 yılına kadar yaklaşık 10 yılda 1 milyar artışla 4 milyar’a, 1971 yılından 1987 yılına kadar yaklaşık 16 yılda 1 milyar artışla 5 milyar’a, 1987 yılından 1999 yılına kadar yaklaşık 12 yılda 1 milyar artışla 6 milyar’a, ve 1999 yılından 2006 yılına kadar yaklaşık 7 yılda 1.2 milyar artışla 7,2 milyar’a ulaşır. Görüleceği üzere dünya nüfusu 125 yılda yani 1802-1927 yılları arasında sadece 1 milyar artmışken, 1961-1971 yılları arasındaki 10 yıllık bir sürede 1 milyar ve son 7 yılda da yani 1999-2006 arasında 1.2 milyar artarak; özellikle 1960-2006 arasında adeta nüfus patlaması yaşanarak dünya nüfusu neredeyse ikiye katlanır. Son 70 yıl itibariyle de 3’e katlanarak 1800’den 2000’e kadar yani 200 yılda 6’ya katlanır. Birleşmiş Milletler Nüfus Formuna göre dünya nüfusunun insanlık tarihindeki en fazla artışı 20. yüzyılın son 70 yılında gerçekleşmiştir. Dünyadaki aşırı nüfus artışının önüne geçilmesi için gerek Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü, gerekse bazı ülkeler çeşitli önlemler alarak ailelerin çocuk sayıları ortalaması hedefini 2.1 olarak koymuşlar ve eğer bu hedefte başarı sağlanırsa dünya nüfusu 2300 yılında 10 milyarda kalacaktır. Bu verilere göre 2100 yılına gelindiğinde dünya nüfusunun halen %25’ini oluşturan gelişmiş ülkelerin nüfusu da %13’e düşecektir. 18’inci yüzyılın ünlü düşünürü Thomas Malthus, gelecekte nüfus artışının kontrolden çıkacağını ve yiyecek bulunamadığı için açlıklar yaşanacağını öngörmüştü. Malthus’un bu öngörüyü yaptığı 1798 yılında küresel nüfus 1 milyar civarındaydı. Bugünse 7.2 milyar olan dünya nüfusunun sadece küçük bir kısmı bolluk ve refah içinde yaşarken, büyük bir bölümü ancak karnını doyurmakta ya da açlık ve sefaletle boğuşmaktadır. Dolayısıyla Malthus’un öngörüsü 200 yıl sonra gerçekleşir. Ayrıca çocuk ölümleri, AIDS ve tarım alanlarının tahribi ile birçok gelişmekte olan ülke insanlarının yaşamı zorlaşmaktadır. Yine, dünyada milyarlarca insan günde 1 dolardan daha az kazanmakta, buna karşılık hızla üremeye de devam etmektedir. 1995-2000 yılları arasında küresel nüfus artışı yılda 78 milyon olarak gerçekleşerek dünyaya her yıl yeni bir Türkiye eklenmektedir. Dünya nüfus saati saniyede 4.1 kişinin doğduğunu ve 1.8 kişinin öldüğünü varsaymakta ve önceki istatistikler dikkate alınarak hazırlanan söz konusu hesaplamalarda tahmini ve hata marjinine de yer verilmektedir. Bununla birlikte, uluslararası nüfus uzmanları küresel nüfus artışının son 10 yılda önceki on yıllara göre hafif bir düşüş gösterdiğini ileri sürmektedirler. Buna göre, dünya nüfusunun en hızlı arttığı 1965-1970 aralığında yüzde 2.1 olan artış, son yıllarda yüzde 1.1’e düşmüştür. Bu düşüş dünya ülkelerinin genelinde olmamış, daha çok Çin ve Hindistan’ın nüfus artışlarını kontrol altında almak için başlattıkları kampanyalardan kaynaklanmıştır. Buna ek olarak, gelişmekte olan ülkelerde doğum kontrolü yaygınlaşmış ve artan bilinçle aileler eskisine oranla daha az çocuk yapmaya başlamışlardır. Bugün bazı ülkelerde ailelerin ikiden az çocuğu bulunmakta ve böylece nüfusların artış eğrileri görece bir düşüş göstermektedir. Örnek olarak, Japonya, eski Sovyet cumhuriyetleri ve Avrupa ülkelerinin nüfusu yaşlanmaktadır. Bugün hala en hızlı üreyen ülkeler aynı zamanda en fakir Afrika, Ortadoğu ve Hindistan gibi Güney Asya ülkelerdir. Öte yandan Avrupa 50 yıl önce dünya nüfusunun %25’ini oluştururken, bu gün bu oranın yarasına %12.5’e düşmüştür. 2050 yılına kadar da Avrupa hariç diğer kıtalarda nüfus artışı devam edecektir. 2050 yılına kadar Hindistan’ın nüfusu Çin’i geride bırakarak 1 milyar 628 milyon nüfusla dünyanın en kalabalık ülkesi olacaktır. Çin 1.8 seviyesindeki doğum oranının gelecekte de korursa nüfusunu 400 milyon azaltabileceği gibi 2300 yılında bu günkü nüfusunun yarısı bir nüfusta kalacaktır. Türkiye 2025 yılında 88 milyon 900 bin, 2050 yılında 97 milyon 500 bin nüfusla AB’nin Almanya’dan sonra en kalabalık ikinci ülkesi olacaktır. Yine Rusya’dan sonra Avrupa’nın en kalabalık ikinci ülkesi olacaktır. Avrupa’da en fazla nüfus düşüşü ise Bulgaristan’da olacaktır. 2050’de Amerika’nın nüfusu 420 milyon olarak tahmin edilmektedir. Birçok sanayileşmiş ülkede, doğum ve nüfus artışı, diğerlerine göre daha düşük kaldığından; Japonya, İtalya, Rusya Federasyonu, Almanya, Fransa ve İspanya gibi ülkeler, dünyanın en yaşlı ülkeleri olacaktır. Özellikle Japonya’da 2004’de doğurganlık çağındaki kadın başına düşen çocuk sayısı rekor seviyede düşerek 1.29’a düşmüş ve böyle devam ederse dünyanın en yaşlı nüfusu Japonya’da olacaktır. Zira Japonya’da doğurganlık oranı 1970’li yılların ortalarından itibaren düşmeye başlamış ve 2005’in ilk yarısına gelindiğinde ölümler doğumları 31,034 adet geçmiştir. Müslüman ülkelerden Nijerya, Yemen, Pakistan gibi bir çok İslam ülkesinde nüfus artışı çok büyük boyutlara ulaşmakla beraber, bu artış söz konusu ülkelerin Müslüman olmalarından değil, az gelişmişliklerinden kaynaklanmaktadır. Zira; İran ve Tunus’da ve son yıllarda ülkemizde ailelerin çocuk sayısı ortalama ikidir. Tüm dünya çapında Müslüman ülkelerde, dünyaya paralel olarak nüfus artış hızında düşme görülmektedir. Öte yandan, Hırıstiyan, Hindu, Museviler arasındaki doğum oranlarını düşüren faktörlerin aynısı Müslümanlar içinde geçerlidir. Günümüzde dünya nüfusunun %75’i gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde, %25’i de gelişmiş ülkelerde yaşamaktadır. Dünyadaki doğumların %85’i ve anne ölümlerinin %99’u ile bebek ve çocuk ölümlerinin %95’i az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşmektedir. Az gelişmiş ülkelerdeki ölüm oranlarının bu kadar yüksek olmasının nedeni bu ülkelerde tıbbi yardımın yetersiz olması ve yoksulluktur. Diğer taraftan halen günümüzde üreme çağındaki kadınların sadece %45’i korunma yöntemi uygulamakta, bu oran Ortadoğu ve Asya ülkelerinde %69, Afrika’da ise sadece %9.11 düzeyindedir. Korunma yöntemi uygulayan kadınların %15’i doğum kontrol hapı kullanmaktadır. Bunların yarısından fazlası da sadece ABD, Brezilya, Fransa ve Almanya’da bulunmaktadır. Aile planlaması yöntemi kullanıp kullanmamanın birinci nedeni; imkansızlıklar veya yöntemler konusunda bilgi sahibi olunmaması, ikinci nedeni ise ihmaldir. 2005 yılında her gün doğan 365 bin bebeğin %57’si Asya’da, yüzde %26’sı Afrika’da, %9’u Güney Amerika’da, %5’i Avrupa’da ve %3’ü Kuzey Amerika’da doğmuştur. Bu arada AB nüfusunun 2004 yılında binde 5 oranında arttığı, doğan çocukların üçte birinin de evlilik dışı ilişkilerden dünyaya geldiği belirtilmektedir. Az gelişmiş ülkelerde doğurganlığın hızla düşmesi sayesinde dünya nüfusu artık korkulduğu kadar artmamaktadır. Bununla birlikte göç, ölüm ve doğumlardaki küçük değişikliklerin kontrol altına alınamaması halinde dünya nüfus artışı yeniden hızlanma tehlikesi taşımaktadır. Dünya nüfusunun tahmin çalışmalarında 3 senaryo üzerinde durulmaktadır. Bunlar yüksek nüfus artışı, ortalama nüfus artışı ve en düşük nüfus artışı modellerine dayanmaktadır. Buna göre; en yüksek dünya nüfusu senaryosuna göre, 300 yıl sonra dünya nüfusu 36 milyar olacak. En düşük sayı modeline göre ise, eğer doğum oranları düşerse 2 milyar civarında olacak. Ortalama artış senaryosuna göre ise, küçük oranlarda düzenli bir artış olacak ve her ailenin 2’den az çocuğu var sayılarak, 2300 yılında, dünya nüfusu 10 milyardan az olacaktır. Nüfus artış hızıyla ilgili diğer bir gelişmede; dünya nüfusundaki kentleşmelerdir. İnsanlar kentleştikçe doğum oranı düşmekte, toprakla bağı kesilen ailenin kol gücüne ihtiyacı azaldığından çocuk sayısı da azalmaktadır. Birleşmiş Milletler (BM) Nüfus ve Kalkınma Komisyonu’ndan yapılan açıklamada, 1950 yılında dünya nüfusunun sadece %30’u şehirlerde yaşamakta iken, 7.2 milyar civarında olan dünya nüfusunun 3,2 milyarının yani %45’e yakınının şehirlerde yaşadığı, 2030 yılında ise şehirlerde yaşayan nüfus oranının %61’e çıkacağı öngörülmektedir. Dünyadaki büyük şehir sayısının arttığına da dikkat çekilen raporda, 1950’de nüfusu 10 milyonun üzerinde olan sadece iki şehir varken(Tokyo ve New York-Newark), 1975’te dörde (Tokyo, New York-Newark, Şangay ve Meksiko City) çıktığı, bu gün ise 20’ye yükseldiği işaret edilmiştir. Dünyanın en kalabalık nüfusa sahip ilk beş şehrinden Tokyo’nun nüfusunun 35,3 milyon, Meksiko City’nin 19,2 milyon, New York-Newark’ın 18,5 milyon, Bombay’ın 18,3 milyon ve Sao Paulo’nun ise yine 18,3 milyon olduğuna dikkat çekilen raporda, ilk 20’de yer alan diğer 15 büyük şehrin ise Delhi, Kalküta, Buenos Aires, Cakarta, Şangay, Daka, Los Angeles, Karaçi, Rio de Janeiro, Osaka-Kobe, Kahire, Lagos, Pekin, Manila ve Moskova olduğu belirtilmiştir. Öte yandan, Dünya Bankası verileri baz alınarak hazırlanan raporda, 2004-2020 döneminde yıllık ortalama nüfus artış hızının İrlanda hariç, AB ülkelerinin bazılarında negatif, bazılarında sıfır ya da çok düşük olacağı belirtilmiştir. Buna karşılık aynı dönemde Türkiye’deki nüfus artış hızı yıllık 1.2 oranla, 1.1 olan dünya ortalamasının üzerine çıkacaktır. Bu oranla Türkiye, Hindistan ve İrlanda ile nüfus artış hızının en yüksek olduğu üç ülkeden biri haline gelecek olup, AB’nin Orta ve Doğu Avrupalı üyelerinde nüfus azalacak, Slovakya, Almanya ve İtalya’da nüfus artışı “sıfır” olacak, diğer AB ülkelerinde ise çok düşük artışlar görülecektir. 2004-2020 yılları arasında bazı ülkelerdeki ortalama nüfus artış hızı şöyle olacaktır. Hindistan (1.3), Türkiye (1.2), İrlanda (1.2), Meksika (1.1), Brezilya (1.1), Avustralya (0.9), ABD (0.9), Kanada (0.8), Çin (0.6), Norveç (0.5), Hollanda (0.3), Fransa (0.3), İsveç (0.3), İngiltere (0.3), Güney Kore (0.2), İspanya (0.2), Danimarka (0.2), Portekiz (0.2), Finlandiya (0.2), Yunanistan (0.1), Avusturya (0.1), Belçika (0.1), Almanya (0), İtalya (0), Slovakya (0), Japonya (-0.1), Polonya (-0.1), Hırvatistan (-0.1), Çek Cum. (-0.2), Slovenya (-0.3), Macaristan (-0.3), Litvanya (-0.4), Romanya (-0.4), Estonya (-0.4), Rusya (-0.5), Letonya (-0.5), Bulgaristan (-0.8), dünya ortalaması(1.1). AB üyeleri arasında en fazla nüfus artışı Kıbrıs Rum kesimi (binde 25), İrlanda (binde 20) ve İspanya'da (binde 16) olmuş, Baltık ülkeleriyle Macaristan, Almanya ve Polonya'da nüfus binde 5 ila binde 3 azalma göstermiştir. AB verilerine göre, Türkiye'nin 2004 başında 70 milyon 694 bin olan nüfusu 2005 başında 71 milyon 611 bin oldu. Eurostat verilerine göre, 2005 yılı başında AB üyesi ülkelerin nüfusu şöyle gelişmiştir. Belçika: 10 milyon 445 bin, Çek Cumhuriyeti: 10 milyon 220 bin, Danimarka: 5 milyon 411 bin, Almanya: 82 milyon 500 bin, Estonya: 1 milyon 347 bin, Yunanistan: 11 milyon 73 bin, İspanya: 43 milyon 38 bin, Fransa: 60 milyon 561 bin, İrlanda: 4 milyon 109 bin, İtalya: 58 milyon 462 bin, Kıbrıs Rum kesimi: 749 bin, Letonya: 2 milyon 306 bin, Litvanya: 3 milyon 425 bin, Lüksemburg: 455 bin, Macaristan: 10 milyon 97 bin, Malta: 402 bin, Hollanda: 16 milyon 305 bin, Avusturya: 8 milyon 206 bin, Polonya: 38 milyon 173 bin, Portekiz: 10 milyon 529 bin, Slovenya: 1 milyon 997 bin, Slovakya: 5 milyon 384 bin, Finlandiya: 5 milyon 236 bin, İsveç: 9 milyon 11 bin, İngiltere: 60 milyon 34 bin. Aday ülkelerin nüfuslarıysa Bulgaristan: 7 milyon 761 bin, Hırvatistan: 4 milyon 443 bin, Romanya: 21 milyon 658 bin, Türkiye: 71 milyon 611 bin Eurostat tarafından ABD nüfusunun 294,4 milyon, Japonya nüfusunun 127,4 milyon, Rusya nüfusunun 143,5 milyon, Çin nüfusunun 1 milyar 302,6 milyon, Hindistan nüfusununsa 1 milyar 72,2 milyon olduğunu bildirilmiştir. Japonya’da doğan bir kız çocuğu; 85 yaşına kadar yaşamayı, yeterli düzeyde besin almayı, gerekli aşılamayı ve iyi bir eğitim görmeyi bekleyebiliyor. Bu kız çocuğu, sağlığı için her yıl ortalama 550 $ -eğer gerekli olursa daha fazla tutarda – para harcayacak. Bu kız çocuğu, eğer Sierra Leone’de dünyaya gelmiş olsaydı, yaşam beklentisi sadece 36 yıl olacaktı; hastalıklara karşı bağışık kazandırılmamış olacak, yetersiz beslenecek ve eğer çocukluk çağından sağ olarak çıkabilirse, bir genç kızken evlenecek ve altı çocuk doğuracaktı. Doğum yapmak onun için yüksek bir risk anlamına gelecekti. Çocuklarından biri ya da daha fazlası bebekken ölecekti. Yılda sadece 3 $ tutarında sağlık harcaması yapabilecekti. Son yarım yüzyıllık dönem boyunca yaşam beklentisi küresel olarak yaklaşık 20 yıl artmıştır. 1950-1955’te 46,5 yıl olan yaşam beklentisi, 2002’de 65,2 yıl olmuş, ancak toplamdaki bu artış, en yoksul ülkelerde yaşam beklentisindeki korkunç gerilemeyi gizlemektedir. Sahra altı Afrika’sının kimi bölgelerinde yetişkin ölüm oranı şu anda 30 yıl önce olduğundan daha yüksek olmakla birlikte, Botsvana, Lesoto, Svaziland ve Zimbabve’de erkeklerin ve kadınların yaşam beklentisi son 20 yıl boyunca gerilemiş ve bugün Zimbabve’de bir erkek 38 yaşına kadar yaşamayı ummaktadır. Yaşam beklentisinde gerileme görülen tek yer sadece Afrika olmayıp, Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nde bir erkek sadece 58 yaşına kadar yaşamayı ummaktadır. Ülkemizde, yıllık nüfus artış hızı 1940-1945 döneminde binde 10.6 ile en düşük seviyede iken; 1955-1960 döneminde binde 28.5 ile en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Nüfusumuzun yıllık artış hızı 1960-1985 döneminde önemli bir değişim göstermemiş ancak 1985 yılından sonra hızla azalma sürecine girmiştir. Yıllık nüfus artış hızı, 1980-1985 döneminde binde 24.9, 1985-1990 döneminde binde 21.7 iken 1990-2000 döneminde binde 18.3'e düşmüştür. 1945 yılından sonra ilk kez 1990-2000 döneminde binde 20'nin altına düşmüştür. Türkiye nüfusu, bugün için Avrupa Birliğini oluşturan 15 üye ülkenin Almanya dışında kalan 14'ünden sayıca fazladır. Bu fazlalık, genç bağımlı nüfusta daha belirgindir.
Diğer taraftan üye ülkeler ve Türkiye'de son yıllarda gözlenen nüfus artış hızı, bebek ölüm hızı, 5 yaş altı ölüm hızı, kaba ölüm hızı ve maternal mortalite hızı gibi bazı hızlar incelendiğinde ülkemizde sadece kaba ölüm hızının üye ülkelerden düşük olduğu ortaya çıkmaktadır (Tablo II). 1965 yılında kabul edilen doğurganlığı azaltıcı nüfus politikasına rağmen halen ülkemizdeki nüfus artış hızı AB'ni oluşturan ülkelerin çok üzerindedir. Bu artış hızının genç bağımlı nüfusun fazlalığı nedeniyle uzunca bir süre daha devam etmesi kaçınılmazdır. Ancak üye ülkelerle ülkemiz arasında sağlık düzeyi ölçütleri açısından en büyük farklılık ölüm hızlarında yaşanmaktadır. Yeni doğan ölüm hızımız binde 45 ile bu ölçüt açısından en kötü durumda ki üye pozisyonunda bulunan Portekiz'den 5 kat daha kötü durumdadır. 1-4 yaş grubu çocuk ölüm hızımız binde 60 ile bu ölçüt açısından yine en kötü durumda ki üye olan Portekiz'den yaklaşık 5.5 kat fazladır. Bu ölüm hızlarını etkileyebilecek nedenler arasında yer alan bağışıklanma oranlarına bakacak olursak Portekiz'de daha 1987 yılında % 81'lik bir orana ulaşıldığını, ülkemizde ise 1997 yılında ancak % 76'ya ulaşıldığı görülmektedir. Bağışıklanma oranlarındaki bu farklılık yaşanan yüksek bebek ve 5 yaş altı çocuk ölüm hızlarının bir nedeni olarak görülebilir. Bebek ölümlerini doğumdaki anne yaşına göre incelediğimizde ise en sık bebek ölümlerinin doğumda yaşı 40 - 49 arasında olan annelerde görülmesi doğum sırasındaki anne yaşının ülkemizdeki yüksek bebek ölüm hızının bir diğer nedeni olarak ortaya çıkmaktadır. Maternal mortalite açısından ülkemize ait sağlıklı veriler bulunmamakla birlikte D.S.Ö. kayıtlarında yüz binde 180 olarak yer almaktadır. Bu ölçüt açısından üye ülkeler arasında en yüksek hıza sahip Almanya'dan yaklaşık 9 kat daha kötü durumdayız. Bu hızın Luksemburg'ta sıfır olması dikkat çekici bir durumdur. Maternal mortalite hızının ülkemizde bu derece yüksekliği, ilk başta temel sağlık hizmetlerinin ve bunun bir parçası olan ana - çocuk sağlığı hizmetlerinin yaygınlığı ve yeterliliği konusunda düşünceye neden olmaktadır. Doğum öncesi dönemde bakım hizmetleri ile doğumların sağlık kuruluşunda gerçekleşmesinin maternal mortalite hızı üzerine direk etkisi bulunmaktadır.1998 nüfus ve sağlık araştırması verilerine göre doğum öncesi bakım hizmeti almayan annelerin oranının %32, sağlık kuruluşunda gerçekleşen doğumların oranının %73 olmasına rağmen sağlık kuruluşunda gerçekleşmeyen doğumların oranının bazı bölgelerimizde % 56'lara kadar çıkması, % 19 oranında doğumun sağlık personeli dışındaki kişiler tarafından yaptırılması gözlenen yüksek maternal mortalite hızının nedenleri arasında gösterilebilir. Kaba ölüm hızımız ise AB ülkelerine göre çok düşüktür ve bunun başlıca nedeni ülkemizin AB ülkelerine göre genç nüfus yapısına sahip olmasıdır. Ülkeler arasında ölüm hızlarına göre istatistiksel yargılama yaparken kaba ölüm hızı yerine yaş faktörünün farklılık üzerindeki etkisini ortadan kaldıran standart nüfus kullanımı esastır. Ancak standardizasyon için gerekli yaş gruplarına ulaşılamaması nedeniyle bu çalışmada kaba ölüm hızları ile yargılama yoluna gidilmiştir, ayrıca dünya nüfusu standart nüfus olarak kabul edilse de aradaki farkın büyüklüğü dolayısıyla var olan durumun değişmeyeceği aşikardır. Bugün dünyada yaşayan her 10 kişiden biri yaşlı, yani 65 yaş üzerindedir ve son otuz yılda yaşlı nüfusu %63 oranında artış göstermiştir. 1980 yılında dünyamızda, 65 yaş üstü nüfus 260 milyon civarındayken, yaşlı nüfusun toplam nüfusa oranı %5,8 idi. 2000 yılında ise yaşlı nüfus 400 milyona ulaşırken, yaşlı nüfusun toplam nüfusa oranı %6,4 olmuştur. Benzer artış Türkiye’de de gözlenmekte ve önümüzdeki 30 yılda yaşlı nüfus oranının 2-3 kat artacağı öngörülmektedir. Nüfusumuzun değişen yaş özellikleri göz önünde bulundurularak, geleceğe yönelik sağlık hedeflerimizin ve ihtiyaçlarımızın belirlenmesinde yaşlı sağlığına gereken önem verilmelidir. Yaşlılık dönemi, tıpkı çocukluk dönemi gibi kendine has özellikleri olan bir dönemdir. Yaşlılıkta görülen başlıca sağlık sorunları kronik ve dejeneratif hastalıklardır. Dünyada en fazla yaşlı nüfus yaşlı nüfus olan Japonya’da 65 yaş ve üstündekilerin oranı yüzde 21'i bulmuş ve böylece Japonya, İtalya'yı geçmiştir. Japonya ayrıca dünyadaki en düşük çocuk nüfusu (15 yaş altındaki nüfus) oranına sahiptir. Japonya’da yaklaşık 24 milyon yaşlı bulunmaktadır. Bunların dört milyondan fazlası yalnız yaşmakta, pek çok Japon, kendilerine eş bulmakta zorlanmaktadır. Yine 20'li yaşlarının sonuna gelmiş her beş kadından üçü bekar ve 30'lu yaşların başında bu oran üçte bire düşmektedir. Çin’de ölümlerin yüzde 10’nundan daha azı beş yaşın altındaki çocuklarda görülmekte, bu ülke düşük ölüm oranına sahip gelişmekte olan bir ülke olarak sınıflandırılmaktadır . Afrika’da ölümlerin yüzde 40’ı bu yaş dönemi içinde gerçekleşmekte, ancak bu göreli iyi konum, Çin’in sağlık sisteminin tahrip edilmesi, kapitalizmin dizginsiz bir biçimde yeniden uygulamaya konulması ve tırmanan AİDS salgını ile tehdit edilmektedir. Dünya ölçeğinde her yıl 10 milyon çocuğun boş yere öldüğü tahmin edilmektedir. Bu önlenebilir çocuk ölümlerinin çoğu gelişmekte olan ülkelerde – yarısı Afrika’da – meydana gelmekte olup; çocuk ölümü oranının en yüksek olduğu 20 ülkenin 19’u Afrika’da yer almakta – tek istisna ülke Afganistan’dır. Çocuk ölümlerinde küresel eğilim düşüş yönündeyken, 14’ü Afrika’da yer alan 16 ülkede, çocuk ölüm oranları 1990’dan daha yüksek düzeydedir. Sekizi Afrika’da yer alan dokuz ülkede ise çocuk ölümleri 20 yıl öncesine göre daha yüksek bir oranda seyretmektedir. Nüfus artış hızını etkileyen en önemli etkenlerden biriside son yıllarda artış gösteren intiharlardır. Ayrıca intiharlar önemli sağlık sorunlarından birisidir. Tüm dünyada günde ortalama 1000 kişi intihar ederek yaşamına son vermektedir.Tüm dünyada 42 saniyede bir kişi yaşamına son vermek için intihar girişiminde bulunmakta, 17 dakikada bir de bir kişi intihar nedeniyle yaşamını yitirmektedir. İntihar sıklığı yaş gruplarına göre ve cinsiyete göre değişiklik göstermektedir. Özellikle gençlerde önemli bir sorundur. ABD’de yapılan araştırmada 15-24 yaş grubunda ölüm nedenleri arasında üçüncü sırayı intiharlar almaktadır. İntihar nedenleri çok çeşitlidir. Bazı durumlar intihar riskini artırmaktadır. Bunlar arasında: Psikiyatrik hastalıklar; Sosyal nedenler; Psikolojik nedenler; Biyolojik yatkınlık; Genetik yatkınlık; Fiziksel hastalıklar sayılabilir. İntihar nedenleri genç ve yaşlılarda genelde daha farklıdır. Yapılan araştırmalarda 30 yaş altındaki intihar vakalarında en sık intihar nedeninin anti sosyal kişilik bozukluğu ve alkol-madde bağımlılığı olduğunu 30 yaş ve üzerindeki kişilerde ise depresyon gibi duygulanım bozukluklarının en sık neden olduğunu göstermektedir. İntihara yol açan önemli yaşam olayları ise 30 yaş altında boşanma, reddedilme, işten çıkarılma-işsizlik ve yasal sorunlar; 30 yaş üzerinde ise fiziksel hastalıklar olarak belirlenmiştir. İntihar eden kişilerin %30-64 ünde depresyon tespit edilmiştir. İntihar sonucu ölenlerin %90 ında depresyon tespit edilmiştir. Depresyon hastalarının ise %15 i intihar girişimi sonucu yaşamını kaybetmektedir. Yapılan bir araştırmada intihar sonucu yaşamını kaybeden vakaların %63’ünün erkek, %37’sinin ise kadın olduğu tespit edilmiştir. Depresyon sonucu intihar eden ve ölen vakalar arasında depresyon ilaç tedavisi görenlerin oranı %3 dür. Yani bu hastaların çoğu doktora başvurmamakta ve tedavi görmemektedir. İntihara yol açan diğer psikiyatrik sorunlar şunlardır; Şizofreni; intihar vakalarının %10’unda şizofreni görülmektedir. Amerika son 30 yılda intihar oranlarının görece stabil seyrettiği ülkelerden olmasına rağmen yılda ortalama 30 000 kişi intihardan hayatını kaybetmektedir. Bu sayı10 yılda 300 000 kişi demek olduğundan sayının büyüklüğü Amerika’yı önlemler almaya itmiştir. Ülkemizdeki intihar oranları 1974-1998 arasında çok fazla değişmemiş genelde yüzbinde 1.5 ile 3 arasında kalmıştır. Son 10 yılda erkeklerdeki intihar oranları artma eğilimi göstermiş yüzbinde 2.5’in üzerinde değerler görülmüştür. Dinlere göre Milyon Nüfusta İntihar; Protestan toplumlar 190, Protestan ve Katoliklerin karışık olduğu toplumlar 96 , Katolik toplumlar 58, Durkheim buna neden olarak Protestanlığın Katolikliğe göre daha özgür ve hoşgörülü olmasını gösterir. Ülkemizde; 2004 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı ile Psikiyatrik Kriz Uygulama ve Araştırma Merkezi öğretim üyelerinin öncülüğünde “İntiharı Önleme Derneği” kurulmuştur. Dünya intihar istatistiklerinde Türkiye 66. sırada yer almaktadır. Türkiye’de intihar istatistikleri 1967’den beri tutulmakta ve bu istatistikler Türkiye’de intiharın son yıllarda ciddi bir yükseliş grafiğini gösterdiğini ortaya koymaktadır. Yine Emniyet Müdürlüğü’nün İstanbul verilerine göre 2002 yılında İstanbul’da 321 kişi canına kıymış. 2003 yılında bu sayı 346’ya çıkmış. 2004’ün ilk 10 ayında 327 kişi intihar etmiş, dolayısıyla ayda ortalama 32 kişi hayatını kaybetmiştir. Yapılan araştırmalara göre, tüm dünyada günde ortalama bin kişi intihar ederek hayatına son vermekte, ayrıca 42 saniyede 1 kişi hayatına son vermek için intihar girişiminde bulunurken, 17 dakikada bir de 1 kişi intihar nedeniyle ölmektedir. İntihar sıklığı yaş gruplarına ve cinsiyete göre değişiklik göstermektedir. ABD'de yapılan bir araştırmada, 15-24 yaş grubunda yer alanların ölüm nedenleri arasında 3. sırayı intihar almakta, yaş arttıkça intihar oranları da artmaktadır. Erkeklerde en sık 45 yaşlarında, kadınlarda ise 55 yaşlarında intihar görülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)'nun verilerine göre 2000 yılında tüm dünyada yaklaşık bir milyon kişinin intihar sonucu yaşamlarına son vermekte; böylece her 40 saniyede 1 kişi intihar ederek ölürken, her 3 saniyede 1 kişi de intihar girişimde bulunmaktadır. Yine Dünya Sağlık Örgütü'ne göre, son 45 yılda, tüm dünyada intihar oranları yüzde 60 artmıştır. İntihar, günümüzde tüm ülkelerdeki ölümlerin ilk 10 nedeni arasında sayılırken; Amerika Birleşik Devletleri'nde 8. sırada yer almaktadır. 15-24 yaş arası ölümlerin beşinci önemli nedeni intiharlardır. Ölüm nedeni olarak intihar, gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde benzerlik göstermektedir. Geleneksel olarak en yüksek oranlar, hala yetişkin erkeklerde görülmekteyse de 15-34 yaş arası gençlerde artış gösteren intihar oranları sorunun ciddiyet boyutuna dikkat çekmektedir. Türkiye'de intiharların bazı yıllar azalsa özellikle 2000 yılı intiharların diğer yıllara göre en düşük olduğu yıldır. Buna karşılık 2001 yılında intiharlar bir önceki yıla göre yüzde 43,4 artmıştır. 1997-2005 yılları arasında intiharların çoğunluğu yüzde 69,3'ü kırsal kesimde, intihara teşebbüslerin ise çoğunluğu yüzde 59,1 kentte görülmektedir. 2003-2005 yılları arasında intiharların mesleklere göre dağılımı ise; ev hanımları, işsizler ve serbest meslek grubu' olarak sıralanmaktadır. En az intihar görülen meslekler ise diğer seçeneği ile emekli ve turizmcilerdir. Öte yandan dünya üzerinde bağımsız olan ve bayrakları uluslararası arenada tanınan devlet sayısı 222'dir ve bu devletlerin bayraklarını, dünya bayrakları şeklinde çağırabiliriz. 222 adet bağımsız devletin bayrakları incelendiğinde ve biçimsel bakımdan basitçe kategorilere ayrıldığında şu sonuçlara ulaşabiliriz: Bugün dünyada kaç ülke var sorusuna tek bir cevap vermek mümkün değildir. Dünyanın en büyük ve en geniş teşkilatı olan Birleşmiş Milletler’e göre, günümüzde B.M’ye üye ülke sayısı 171'e ulaşmıştır. Andorra, Tayvan, Kribati, Kuzey ve Güney Kore, Liechtenstein, Monako, Nauru, San Marino, İsviçre, Tongo, Tuvalu ve Vatikan dışındaki dünya'daki bütün ülkeler Birleşmiş Milletler'in üyesidir. Buna göre dünyada bulunan ülke sayısı 184’dür. Dünya’daki ülke sayısı ülkelere göre de farklı sayılar içermektedir. Dünya ülke sayısı A.B.D ve Fransa’ya göre 190, Rusya’ya göre 172, İsviçre’ye göre 194’dür. Telefon şirketlerinde 182 uluslar arası kod bulunmaktadır. Dünya PTT ağına üye ülke sayısı 185’dir. A.B.D’nin, dünyada 190 ülkenin var olduğunu söylemesine rağmen, Coca-Cola’nın satış listelerindeki ülke sayısı 195’i buluyor. Bunun farklılık, A.B.D’nin kendine düşman gördüğü ülkeleri (Küba, Libya, Irak gibi) ülke olarak kabul etmemesinden kaynaklanmaktadır. Öte yandan A.B.D’nin haber alma teşkilatı olan CIA’nın 2006 Dünya yıllığında geçen ülke sayısı 268’i bulmaktadır. Peki bunların hangisi doğrudur? Dünya ülkelerinin sayısı ister 171, ister 268 olsun, önemli değildir. Çünkü bu ülkeleri çoğunun dünya siyaset arenasında adı bile geçmemektedir. Bugün dünya üzerinde, bağımsız ülkelerin sayıları 194’ü bulur. Ancak bunların içinde devlet olabilmiş ülke sayısı oldukça azdır
Demografi, dünyada veya bir ülkede bulunan nüfusun yapısını, durumunu, dinamik özelliklerini inceleyen bilim dalı. Yunanca demos (halk) ve graphein (yazmak) kelimelerinden meydana gelmiştir. Nüfusun coğrafyası veya nüfusbilim olarak da tanımlanır. Mevcut nüfusun; yaş, cinsiyet, evlilik durumu, geçim durumu, tahsil durumu gibi çeşitli sosyal ve ekonomik yönlerini inceleyen demografi; ülkelere ve bölgelere göre nüfus dağılımını ve doğum, ölüm, göç hareketi gibi gelişmeleri inceler. Niceliksel (sayılarla ilgili, kemiyet) ve Niteliksel (hal ve durumlarla ilgili, keyfiyet) diye, iki kısma ayrılmıştır. Eski çağlardan beri gerek doğu İslam ve Türk dünyasında, gerekse batı Hıristiyan dünyasında demografinin ilgi sahasını teşkil eden nüfus sayımları ve çeşitli istatistikler yapıldı. Bu sayım ve istatistiklerin bir kısmının müşahhas (somut) neticeleri elde bulunmamakla birlikte, yapıldığı bilinmektedir. Hazret-i Ömer devrinde Müslümanlardan ve gayri müslim ahaliden alınan uşr, cizye ve haracla ilgili olarak tutulan defterler, askerlere yapılan maaş ve diğer ödemelerle ilgili divanlar birer istatistik özelliği taşımaktadır. Hz. Ömer İslam ülkesinin her tarafına yaygınlaştırdığı divanlarla ilgili olarak çok sayıda memur vazifelendirdi. Divanlardan maaş alacak olan memleketin bütün halkı defterlere yazıldığı gibi, vazife alan memurların adları da ayrıca tesbit edildi. Uşurlu ve haraclı arazilerin ölçülüp devlete ödeyecekleri miktarlar bu ölçümlere göre hesaplanması sağlandı. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve diğer İslam devletlerinde de devletin temel politikasını belirleyecek, bölgeler arası dengeleri muhafaza edecek çeşitli ölçüm yazım ve sayımlar yapılmıştır. Yapılan bu çalışmalar demografi adıyla anılmamasına rağmen demografinin ilgi sahasına girmektedir. Batı dünyasında, demografi uzmanlarının temel vasıtasını teşkil den nüfus sayımının Roma İmparatorluğuna kadar uzadığı bilinmektedir. Ortaçağ tarihiyle meşgul olan tarihçiler, hakiki manasiyle demografik diyebileceğimiz vesikaların Avrupa'nın güneyindeki memleketler için 13. ve diğer kuzey Avrupa ülkeleri için ise 14. yüzyıldan itibaren mevcut sayılabileceğini ortaya koymuşlardır. Bu sebeple 1086 senesinde İngiltere'nin, 1328'de Fransa'nın umumi nüfusunu hesaplamaya yarayan tahrir (istatistik) vesikalarını birer istisna olarak bildirmektedirler. Geniş ülkelere şamil belli bir metotla yapılmış oldukları için istisnai bir önem taşıyan bu gibi vesikalar yanında, ortaçağdaki feodal parçalanma ile uygun kısmi ve hususi daha birçok sayımların neticelerini bildiren vesikalar da pekçoktur. Ortaçağ Avrupa'sının elinde bulunan bu vesikalar hakiki manasıyla nüfus sayımları olmayıp ekseriya hususi ve fevkalade bir hal karşısında belli bir vergiyi toplayabilmek için yapılmış sayımların neticelerini bildirmeleri, onların işlenmesini ve değerlendirilmesini güçleştirmektedir. Bu durumda bazan bir şehrin bütün nüfusu değil de, yalnız belli bir varlık derecesinde bulunan mülk sahipleri veya muayyen bir yaşın üstünde eli silah tutan vatandaşlar kaydedilmiştir. Daha çok Hıristiyan memleketlerinde ve bu arada bilhassa Katoliklerde vaftiz, evlenmek, cenaze merasimi gibi vesilelerle Hıristiyanların kiliselerdeki hususi defterlere kaydedilmiş olması ve bu defterlerden birçoğunun iyi muhafaza edilmiş olması da Avrupa memleketleri için bu devirde nüfus tetkikleri bakımından zengin kaynaklardır. Ortaçağda kurulan ve yeniçağda dünyaya hakim olan Osmanlı Devleti zamanında bugünkü demografi çalışmalarına benzer sayım ve istatistikler yapılmıştır. Belli usullerle ve düzenli aralıklarla tekrarlanan geniş sahalara şamil, sistematik nüfus sayımlarının neticelerini ihtiva eden, zaman ve mekan içinde mukayeseye müsait olan bu sayımlar yalnız şu veya bu vergiyi toplamak için fevkalade durumlarda veya tesadüfen ve hususi maksatlarla yapılmış sayımlar değildir. Bu sayımlar Osmanlı devletinin idari, mali bütün teşkilatının esasını teşkil edecek surette tasarlanmış ve yalnız vergi mükelleflerini değil türlü hizmetler ve imtiyazlar sebebiyle vergiden muaf olanları, ümera (idareciler) ve askerleri, kör, topal, müflis vs. bütün erkekleri ihtiva eden hakiki nüfus istatistikleri mahiyetinde bilgilerdir. Bugün elde bulunan Türk arşivlerinin en kıymetli hazinesi, eski bir idari geleneğin otuz-kırk sene gibi aralarla yapılması emredilen büyük nüfus ve vergi tahrirlerinin neticelerini tesbit eden ana defterlerdir. Halen çeşitli arşivlerde bin kadarı bulunan bu ana defterler (kütükler) sayesinde belli bir tarihte Osmanlı ülkesi dahilinde her köy ve kasabada mevcut bulunan yetişkin erkek nüfusu, ellerindeki toprak miktarını gösteren işaretler ve her birinin tabi olduğu türlü vergi mükellefiyetlerini tesbit eden rakamlarla birlikte isimleri ve babalarının adlariyle ayrı ayrı kaydedilmiş olduğu görülmektedir. Yine aynı defterler sayesinde her köyün kimin timarı veya mülk ve vakfı olduğunu, o köylerde yapılan ziraatin ve yetiştirilen hayvanların çeşitleriyle miktarlarını bildiren veya bu bilgileri çıkarmaya yarayan sarih (açık) kayıtlar uşr (öşür) ve rüsum miktarını tayin eden rakamlar bulunabilmektedir. Bu rakamlar ve bilgiler Osmanlı devlet çarkının düzenli bir şekilde işlediğini göstermektedir. Bu suretle bundan dört-beş yüz sene önce Osmanlı ülkesinin her köşesinde mevcut sipahi veya mülk ve vakıf sahibi ile toprağa bağlanmış olan köylüyü, ülkenin bir ucundan diğer ucuna uzanan yollar boyunca derbent bekleyen, yol ve köprü tamir eden ve kervansaraylara hizmet eden insanları, madenci, şapçı, tuzcu, taşçı ve yağcı gibi türlü vazifeleri olan halkı ve nihayet her türlü komisyon ve vergi toplanan geçit, pazar, gümrük mahallerini yerli yerinde ve vazife başında görmek, Osmanlı devlet makinesinin çarklarının nasıl işlediğini anlamak ve rakamlarla ölçmenin bu defterler sayesinde olduğu söylenecek olursa, Osmanlılar zamanında demografik çalışmaların bugünkünden daha değişmez ve gerçekçi usullerle yapıldığı ortaya çıkar. Sultan Birinci Selim Han, Sultan II. Bayezid Han, Fatih Sultan Mehmet ve Sultan II. Murat devirlerinde yapılan çeşitli tahrirler ve istatistikler ilave olarak Kanuni Sultan Süleymanın tahta geçişini takip eden ilk on sene içinde bütün Osmanlı memleketlerine şamil olmak üzere yaptırılmış olan tahrirlerin neticelerini ihtiva eden defterlere dayanarak, o tarihlerde Türkiye nüfusunu ( Mısır, Irak ve Tuna ötesi Avrupa bölgeleri hariç) tesbit etmek mümkündür. Daha sonraki Osmanlı asırlarında yapılan çeşitli tahrir ve sayımlar devletin siyasi, ekonomik ve sosyal nizamına yönelik düzenlemelere kaynaklık etmiştir. ( Osmanlılar zamanında yapılan demografik çalışmalarla ilgili bilgi rakam ve değerlendirmeleri Ord. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan tarafından neşredilen Tarihi Demografi Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi adlı makalede açık bir şekilde bulmak mümkündür.) Demografi, Avrupa'da, ilk defa bilim olarak 17. yüzyılda İngiliz istatistikçi John Graunt'un çalışmasıyla ortaya çıktı. Graunt, 1662'de yayımladığı, Natural and Political Observations... Made Upon the Bills of Mortality (Ölüm Kayıtları Üzerine Tabii ve Siyasi Gözlemler) de demografların temel vasıtalarından olan ölüm oranı tablolarının ilkini hazırladı. Ölüm ve vaftiz kayıtları üzerine tedkik ve incelemelerinden yola çıkarak gerçekleştirdiği çalışmalarla Avrupa'da demografi biliminin kurucusu sayıldı. Demografik araştırma ve incelemelerdeki ilerlemeler 16 ve 17. yüzyıllar boyunca da sürdü. Ölüm oranını tesbit eden tablolar daha gelişkin duruma getirildi. Doğumda erkeklerin ağır bastığı, cinsiyet oranları gibi belli bazı demografik kanunlar ve eğilimler tesbit edildi. Dünyanın pekçok yerinde bu sahadaki bilgilerden yola çıkılarak, ilk nüfus tahminleri yapıldı. 18. yüzyılda hayat sigortasının ve halk sağlığına verilen önemin artması neticesinde ölüm istatistiklerinin incelenmesine karşı ilgi uyandı. 19. yüzyıla kadar demografik istatistikler ve nüfus sayımları hızlı bir gelişme gösterdi. 19. yüzyılın ortalarında Batı dünyasının büyük bölümünde nüfus sayımı ve hayat istatistikleri, doğumların ve ölümlerin sistemli olarak kayda geçirilmesi uygulamaları yerleşti. Bu durum demografik araştırmaların sahasının genişlemesini sağladı. Demografi kelimesini ilk olarak Fransız bilim adamı Achille Guillard 1855'te yayımladığı, Éléments de Statistique Humaine ou Demographie Comparée (Beşeri İstatistiğin İlkeleri veya Karşılaştırılmalı Demografi) adlı eserinde kullandı. Fransız akademik çevreleri demografi terimini özellikle sağlık ve ölüm oranını etkileyen hayat şartlarıyla alakalı istatistikler için kullandılar. Terim kısa bir müddet içinde Avrupalı araştırmacılar tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. ABD'de ise daha geç kabul gördü. Demografi 20. yüzyılda görülmedik biçimde genişleyip çeşitlendi. Nüfus dinamikleri ile demografi dışı değişkenler arasındaki etkileşim daha geniş biçimde kabul gördü. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında meydana gelen harpler, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle ortaya çıkan yeni sosyal meseleler de demografinin ilgi sahasını etkiledi. Böylece demografi şumullü ve disiplinler arası bir hususiyet kazandı. Gerek gelişmiş ülkelerdeki gerekse gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus meseleleri de demografiye verilen önemin artmasını sağladı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında görülen nüfus patlaması, nüfus ve kalkınma arasındaki karşılıklı ilişki, doğum kontrolü hareketi, plansız şehirleşme, kent nüfuslarının akıl almaz şekilde artması, kanunsuz göçler ve işgücü istatistikleri demografinin önemini giderek artırdı. Başta Birleşmiş Milletlere bağlı kuruluşlar olmak üzere demografi sahasında daha şumullü ve daha çok sayıda meselelerle ilgilenen birçok araştırma kurumu, çeşitli milletlerarası kuruluş ve konferanslar, yalnızca demografi çalışmalarına ayrılmış olan yayınlar ortaya çıktı. Bütün bu gelişmeler, demografi biliminin olgunlaşmasını, geniş bir ilgi sahasını kuşatan milletlerarası bir disiplin olarak ortaya çıkmasını sağladı. Doğumlar ve ölümler, öğrenim gören nüfus, emekli maaşı alanların sayısı, hane halkı sayısı, işgücü piyasasının yapısı, sağlık, eğitim ve mesken (konut) ihtiyacıyla ilgili meseleler demografi bilimi tarafından incelenip değerlendirildi. Günümüzde kısımlara ve şubelere ayrılan demografi bilimi, sayısal bilgilerin yanında sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel konuları araştırıp değerlendirmektedir.