Kitabe-i Seba

'Hikayeler, Efsaneler ..' forumunda Uygu tarafından 9 Eki 2012 tarihinde açılan konu

  1. Uygu

    Uygu New Member



    [​IMG]

    Girizgâh:

    Büyük aşkların görkemli çağlarından yüzyıllar sonra yaşanmış bir hikâye bu. Bir yönüyle maziye bakan bir yönüyle yarına akan… Bulundukları çağa ait olmayan iki aşığın ait oldukları zamana ait birkaç satırın rehberliğiyle birbirini buluşunun hikâyesi bu. Kaderin önderliği ve kederin gölgesinde ilerleyen bir yolun hikâyesi. Hakikati yazan ile yaşayanın buluşma yeri.

    Bilin! Benim değil bu satırlar kaderin eseri…

    Sözcükler boşluğa saçıldığı an kalkar perdeler. Gerçek kendini açık eder batılın taarruzunu yener. İşte bu yüzdendir ki hakikatini aradığı şeyi yazar insan. İşte bu yüzdendir ki. Konusu aşktır hikâyelerimizin...




    I.bölüm:

    Şeb-i Yeldâ:

    "şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir
    müptela-yı gama sor kim geceler kaç saat."
    Sâbit

    Gök kubbenin altında yanarak can veren sayısız aşığı hatırlatmak ister gibi aydınlıktı

    Gökte yıldızlar. Deniz katran karası elemle akıtılan yaşları enginliğine ekler gibi ve mehtap sevdanın başına nöbetçi dikilmiş beklemekte ağlayan bir aşığı bekler gibi.

    Tüm bu aşkı zikreden elemi fikreden âlemin ortasında iki kişi. Yalnız onlar yıldızlardaki rânayı gören. Yalnız onlar karanlık gecenin hıfzettiği manayı gören. Elem okunmakta ikisinin de yüzünden. Karanlık bir el gibi dolaşmakta üzerlerinde gölgeler… Her bir gölge ayrı hüzünden…

    Kız karanlık gecenin ortasında yanan yakan bir ateş. Gözleri kedere bakar yangını yıldızlara eş…

    -“Nihayete erdi saadet.” Der. “ Elde şimdi sevdanın firakı kaldı.”
    -“Dikenleri okşadı elimi gülün” der çocuk. “ Elimde kan renginden gül revnakı kaldı”
    Dakikalardır bozmadığı sükûnetini bu cümleyle bozdu çocuk. Yutkundu. Yokladı kelimelerini sözlerinin en güzelini sundu…

    -“Korkundur konuşan” dedi “Bu sevdanın sesi değil… Biten kuvvettir en fazla. Sevmek bitesi değil…”

    Kız denize çevirdi alev alan gözlerini söndürsün diye. Derinden bir iç çekti

    -“Ah gönlüm” dedi “ sen ne vefasız âşıksın.” Tekrar çocuğa baktı
    -“Söyle” dedi. “Kuvveti olmayan sevdaya nasıl sahip çıksın?”
    Çocuk

    -“Yeter ki iste.” Dedi “Sana kuvvet veren ben olayım. Ömrümü yoluna seren olayım…”
    -“Kendi acizliğimin cezasını sana kesemem” dedi kız. “Seni hüznümün taşıyıcısı eyleyemem.”

    Ayağa kalktı gözlerinde biriken denizleri serbest bırakabilmek için uzaklaştı denizden. Arkasından çocuğun sesi duyuldu

    -“Gitme yokluğunla bitap bir gönül enkazıyım.
    Senden gelen nura da ateşe de razıyım…”

    Yürüdü kız. Gözleri geriye dönmedi belki lakin bir parçası orada kaldı. Aşkı feda etti hüznüne o an. Umut verip elem aldı…

    Belki isminin Ozan olmasındandı çocuğun her anını şiir misali yaşaması. Ve dünya bir divan ise eğer aşk redifli bir gazelin maktasıydı şu an da. Saadetin noktasıydı. Belki de onun üzerinden yazılmaktaydı elem kasidesinin taç beyiti. Belli ki şair-i kaderin yoktu hiç merhameti.

    Elif’in silueti gözden kaybolurken hisleri de uzaklaştı ondan peşi sıra. Hissiz kaldı. Ve onun son hatları da silinince göz menzilinden: Elif’ini kaybeden bir ozan gibi sessiz kaldı…

    İnsanlar akmaktaydı etrafından nehir misali. Ozan onların arasına düşen bir gölge sanki. Zaman akmaktaydı ruhuna zehir misali. Ozan nehrin ortasında bir taş gibi… Zamandan azade sanki.

    Onca insanın içinde üç şahidi vardı halinin. Mehtap deniz ve yakamoz. Başladığı yerde bitmişti işte aşk. O gönül hükümranlığından kalan şimdi; biraz kül biraz toz…

    Zorlukla doğruldu oturduğu yerden. Ayakları duyguları fikirleri yalpalıyordu. Halini anlatacak sözler aradı lügatinde. İşe yaramadı yalnız sözleri yordu…
    Sarsak adımlarla dakikalarca yürüdü. Yollar kat etti ses etmedi kadere. İçten içe feryat etti kalbinde tuttuğu son bir ümit kuşu vardı açtı kafesini azat etti.
    Ne yaptığını nasıl yaptığını unuttu bir an. Kendini bulduğunda çok yakın bir dostunun evindeydi. Anlatıyordu durmaksızın. Kelimeleri bittiğinde fark etti halini. Bir şair için en kötü andı kelimelerin bitimi…

    “Sen” dedi arkadaşı Hikmet “Olmayacak bir işte kalkıştın. Sen kendini Mecnun sandın kendi hikâyelerinden bir kahraman sandın bu devri aşka layık bir zaman sandın…

    Senin uğruna mısralar dizdiğin aşk öldü. Sen onu aşkı yaşatan sandın…”
    Ozan dikti gözlerinin ufukta belirsiz bir noktaya. Acıyla karışık bir alaycılıkla konuştu…

    “Gönlüm” dedi “geçmişten kalma bir sevda arsızı. Nasıl ikna edeyim ki aşkın varlığına sen misali bir aşksızı”

    “Aşkı senden gördüm” dedi Hikmet “Getirse de zaman zaman ayağına gökteki her yıldızı. Aşk acıdan ibaret aşkelem aşk sızı…”

    Neyse dedi Ozan yıllardır anlatamamıştı sevdanın acı değil de acıdan da zevk alabilme hali olduğunu. Uğraşmayacaktı.

    Çalışma masasının üstündeki altı dosyayı göstererek:

    “Ne diyorsun?” diye sordu
    “Mühim bir keşif olabilir” dedi Hikmet “Ama gerçekten bir son parça var mı?”
    “Olmalı…” dedi Ozan “En azından bu boşuna olmamalı…” Altı dosyadan birini aldı. Sanki ona bir işaret vermek ister gibiydi kader.

    Dosyanın başlığı “Yokluk”tu
    Daha önce defalarca okuduğu satırları okudu en baştan

    “Yokluğu Nuruyla yoğurup varlık eyleyenin adıyla…

    Bilinir ki âlem Rabbin nurunun yokluk aynasındaki aksidir. Âlemin bir kısmı nur değildir. Nur âlemin hepsidir. Hiçliğe mana veren ilahi güçtür varlık ancak onunla mümkündür. Ve denilebilir ki âlemin hiçliğinden Rabbin Nur’unu gören şahıs için “yok” yoktur…”

    Elinde onlarca sayfa bu şekilde bir tasavvufi açıklamayla sürüp gidiyordu… Masanın üstünde duran diğer dosyalar da… Her şeyi başlatan bu altı yazma olmuştu zaten. Sevda redifli o gazel yüzlerce yıl türlü türlü ellerde saklanmış bu altı yazmanın gölgesinde okunmuştu. Kader hiç beklenmeyen yerlerden beklenmeyen yollar açardı. Ve sevdaya çıkan bu yolun inşası yüzlerce yıl önceden başlamıştı…

    Tebriz:
    Ney kamışlıktan yurdundan koparıldığı için böylesine içli figan eder insanın hali de budur. Vatanından koparılıp dünyaya atıldığı için yabancılık çeker ah eder durur der Hazreti Pir Mevlana… İşte vatanından koparılmanın acısıyla feryat eden neyin sesi doldurmuştu koparıldıkları ebedi vatanın özlemini çekenler ile dolu dergâhı…

    Musikinin adım seslerine uyarak devr-i veledî başladı. Tüm dergâh belli bir düzen içerisinde yüz yüze niyaz ettibirbiri karşısında baş kesti…

    İlk devir biterken şeyh ile dergâhtaki en acemi semazen yahut dergâhın lisanıyla “nevniyaz” karşı karşıyaydı. Dergâhın doruk noktasıyla en “düşük” noktası birbiri karşısında baş kesti… Devir üç kere daha tekrarlandı ve sema etmenin vakti geldi…

    Semazenler hırkalarından soyundular. Masivâyı üstlerinden attıkları hırka gibi arkalarında bıraktılar. Şeyh postuna yürüdü yerini aldı baş kesti. Tüm semazenler hareketlerine eşlik etti. Semazen başı saygılı adımlarla şeyhin yanına gitti sağ elini öptü şeyh de onun sikkesini öperek mukabele etti. Sema için destur alınmıştı…

    Tek tek semâya kanat açtı dergâh. Her birinin sağ eli yukarıya sol eli aşağı bakıyordu… Her biri Hak’tan alıp halka saçıyordu.

    Semazenler döndü… Dünya döndü… Âlem döndü… Bir ateş idi nefs. Semazen döndükçe nefs söndü.

    Semazenler Hak’ta kayboluşa kanat açarken dergâhın beş dakikalık bir mesafe kadar ötesinden yorgun adımlarla biri gelmekteydi. Kendinden bir parçaymış gibi koruduğu bohçasını göğsüne bastırmış yürüyordu. Her adımı sanki son adımıymış gibi cılız ve güçsüz lakin her adımı bir öncekinden daha kararlı. Yaklaştıkça ney sesini duydu. Bıraktı kendini o hasret dolu feryadın çağrısına uydu…

    Ne kadar zamandır yolda olduğunu bilmiyordu. Emaneti bin bir zorlukla bulmuş Nice şehirden nice çölden geçirerek buraya kadar gelmişti. Şimdi her zamankinden daha yakın olsa da menziline her zamankinden uzaktı sanki. Gördüğü yer duyduğu ses gerçek değil emaneti almak için kurulmuş bir tuzaktı sanki…

    Dergâhın kapısından içeri adım attı. Bitmişti artık varmıştı. Son kuvvetiyle sema etmekte olan semazenlerin ortasına kadar gitti.

    “Aşk olsun…” dedi ve kendisini bir anne şefkatiyle çağıran karanlığın kollarına bıraktı…

    Sema töreni bölünmüş düzen bozulmuş… Tüm semazenler şaşkın gözlerle töreni bozan bu davetsiz misafire bakmaktaydı. Yalnız dergâhın en eskileri bu perişan kılıklı adama daha da büyük bir hayretle bakıyorlardı. Sanki çok uzak yollardan gelmiş gelişinden artık ümit kesilmiş bir müjdeciydi karşılarındaki…
    Şeyh gülümseyerek:

    “Rabbim şükürler olsun…” dedi. Yanına dergâhta yıllarını geçirmiş dört dervişi daha aldı ve baygın adamı bizzat kendi hücresine taşıdı…

    Biraz zaman geçip adamı uyandırmak lazım gelince hafifçe dürterek

    “Agâh ol erenler” dedi… Bunu birkaç kere tekrarladıktan sonra kim olduğu belirsiz şahıs birden uyandı elleri kutsal bir emanet gibi sakladığı bohçasını aradı her şeyin yerinde olduğunu görünce rahatlayarak kafasını kaldırdı. Şeyhin yüzünü görünce müthiş bir rahatlık çöktü suretine. “Aşk olsun…” dedi.


    “Cemalin nur olsun” dedi karşısındaki
    “Nurun âlâ nur olsun” diye sürdürdü şeyh
    “Halin nicedir Galip Can” dedi
    “Aşk-u niyaz ederiz.” Dedi karşısındaki kılıksız şahıs. Dergâh adetlerini bildiği aşikârdı

    Şeyh ile kim olduğu belirsiz şahıs arasındaki selamlaşma faslı adetlere uygun bir şekilde böyle sürdü gitti. Sanki ikisinin de yıllardır beklediği o an içerisinde değillerdi. Öylesine bir sakinlik rahatlık içerisinde konuşuyorlardı.

    Şeyh karşısındaki adamı gayet iyi tanıyordu ki bizzat ismiyle hitap etti…

    -“Yollar nasıldı Galip Can” dedi
    -“Ömürden kısa hevesten uzundu” dedi Galip efendi “Ulaşacağı hedeften ötürü kolay hasretten ötürü zordu…”

    -“Bize dediler ki Galip Can Mecnun olmuş çöllere düşmüş”
    -“Aşkı arzu edenin yolunun çölden mecnunluktan geçmemesi mümkün mü şeyhim?” -“Çölün ateşi aşkın ateşine uygun mudur peki?”

    -“Şeyhim çöl denen biraz güneş biraz kum. Esas içimde taşıdığım elem yaktı beni. Her lokması zehr-i zakkum”

    Konuşmanın geleceği ebedi noktayı bilen dervişler sabırsızlıkla bekliyordu… Derken Şeyh:
    -“Bulursam gelirim demiştin” dedi. “Geldiğine göre buldun galiba?”

    Galip Efendi elini bohçasına attı. Şeyh bir el hareketiyle durdurdu onu:
    “Halvet vaktidir…” dedi tüm dervişler dağıldı Şeyh ile Galip Efendi de Şeyhin hücresine gittiler…

    Olağandan çok daha uzun süre kaldı o odada Şeyh… Meraklanan bir mürit kapısına varıp “Destur!” dedi bir süre ses gelmeyince tekrarladı ve yine beklemeye başladı üçüncü tekrardan sonra geri çekildi…

    Uzun süre sonra Şeyh Galip Efendi’yi taşıyan dört müridi çağırmak üzere hücreden çıktı. Onlar da odaya girince dışarıdaki bekleyiş daha da meraklı bir şekilde devam etti…

    Diğer dört mürit de Hücreye girdi. Şeyhin önünde altı tane yazma vardı. Diğer müritler de yerlerini alınca

    “Dem geldi Canlar” dedi “Yedisi de bizde artık”


    Rivayet odur ki Mevlana Celaleddin Rumi döneminde yaşamış bizzat onun sohbetlerine katılmış Simurg namlı bir derviş varmış… Hakikati bulmak için yedi dostuyla diyar diyar dolaşmış tüm dostları yanından tek tek kopmuş en sonunda aradığı hakikati Konya’da Mevlana Hazretlerinde bulmuştu… Onun sohbetlerinden feyz almış ilimlenmiş meraklı bir genç iken derya olmuştu…

    Mevlana Hazretlerinin ölümünden sonra uzun zaman inzivaya çekilmiş ve Simurg mahlasıyla yedi adet yazma telif etmişti… Bu gayet latif bir lisanla yazılmış yedi yazmanın altısını altı müridine vermiş sonuncusunu kendine saklamıştı. Her yöne her yana dağılan bu dervişler zaman içersinde hakka yürüyünce yazmalar değişik kişilerin eline geçmiş tarihin belirli dönemlerinde yazmalar kaderin tecellisi neticesinde tekrar bir araya gelmiş tekrar dağılmışlardı…

    İlk altı yazma zıtlıklar üzerineydi. İlk yazma yokluk yazması idi onu takip eden varlık diğer ikisi hayat ve ölüm üzerineydi son ikisi iyi ve kötü… Sonuncu yazma Simurg’un kendine sakladığı yazma ise “sır”dı diğer yazmaların hepsinde bu sonuncu yazmaya ithaflar vardı ve her birinde bu sonuncu yazmanın var oluşun sırrını taşıdığı ve bu yazmanın ancak sırrı gönlünde taşıyan kişinin eline geçeceği söylenirdi…

    Bir gün Şeyh bu yazmaların üçüyle çıkageldi. Dergâhtaki en yakını Galip Can’ı diğer yedi yazmayı bulmak üzere vazifelendirmişti.
    İşte seneler sonra Galip Can elinde diğer dört yazmayla gelmişti. Altı kişi günler boyu hücreden çıkmadı. Yazmaları okudu yazmalar üzerine konuştu dibi hakikat olan bir okyanusa daldı.

    Yalnız Şeyh yedinci yazmayı çıkarmamıştı meydana. Simurg misali kendine saklıyordu o da Sırrı… Günler sonra altısı da çıktı hücreden. Şeyh’te sırrın da içinde olduğu iki yazma diğerlerinde de öteki yazmalarda birer tane vardı… Şeyh Galip Can’ın da içerisinde bulunduğu ben dervişi kapıya kadar uğurladı…
    “Yazmalar bir araya geldi” dedi “şimdi dağılmak vaktidir. Kader nasıl defalarca bir araya getirdiyse yazmaları yine getirecek. Siz gittiğiniz yerlerde aşkın çerağını yakın o ışığa gelen olacaktır elbet.”

    Beş derviş beş farklı yöne doğru yol almaya başladı. Âleme dair sırlar yine toplanmış yine dağılmıştı ve işte yüzyıllar sonra yazılacak hazin bir aşk öyküsünün temelleri yüzyıllar öncesinden böyle atılmıştı…

    İsa Mesih’in ölümünden beri bin beş yüz kez dönmüştü dünya güneşin etrafında bir semazen misali. Ve büyük aşklara büyük savaşlara dönmeye devam ediyordu dünya Sırrı ile birlikte…

    Zilal-i Melâl


     

Bu Sayfayı Paylaş