Lisan ve Edebiyatımız - Şemsettin Sâmi

'Türkçe-Edebiyat' forumunda Uygu tarafından 8 Eki 2012 tarihinde açılan konu

  1. Uygu

    Uygu New Member

    Hazırlayan:Yusuf Akçay

    Akvâm u ümemin mevcudiyet-i siyâsiye ve mâneviyeleri başlıca
    lisanlarının derece-i intizâm ve mükemmeliyetine tâbidir. Bir lisanın
    hüsn ve letafet ve mükemmeliyeti iki türlü olur. Biri tabiî ve hulkî,
    diğeri kesbi ve sun′î.

    Birincisi Allah vergisidir. İkincisi bir lisanı söyleyenlerin cehd
    ve ikdâmlarına ve zevk-i selîmlerine mütevakkıftır. Birincisi lisan,
    ikincisi edebiyattır. İbtidâ, birinci ciheti nazar-ı itibâre alarak
    umûmdan hususa nakl-i kelâm ile lisanımızın Avrupa ve Asya
    lisanları arasında ve ale’l-husus ümem-i mütemeddine elsinesine
    nisbeten ne hal ve mevkide bulunduğunu düşünelim.

    Bu makalenin başındaki kaziyeye riâyetle kable’l muhâkeme
    hükmümüzü verip hemân lisanımızın medh ü sitâyişine girişmek
    istemem. Maksadım bir medhiye okumak değil, tenkidli ve isbatlı bir
    makale yazmaktır.

    Kendini pek hor ve hakir görmek veya kendi hakkında pek âli bir
    fikirde bulunmak efrâd hakkında ne kadar çirkin ve muzır ise
    birbirine tamamiyle zıd olan bu iki haslet, akvâm u ümem hakkında da
    o kadar ve belki de ondan ziyade çirkin ve muzırdır. Çünkü insan

    •
    Bulgurluzâde Rıza, Müntehebât-ı Bedâyi′-i Edebiyye, İstanbul 1326, s. 136-150.
    ••
    İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü kendi nefsi hakkında mahviyet gösterirse bir dereceye kadar ma′zur görülebilirse de milyonlarca efradla müşterek bulunduğu kavmiyet ve
    cinsiyeti hakkında mahviyet gösterirse başkalarının hukukuna tecavüz
    etmiş olur. Kendini hakir ve zelil gösteren veya öyle bilen adam dâima
    hakir ve zelil kalır. İnsanı derecât-ı âliyeye sevk eden zillet ve hakaret
    korkusudur. Zillet ve hakareti kabul ederse artık korkacak bir şeyi
    kalmayıp her denâeti irtikâb edebilir.

    Bilakis kendi hakkında pek âli bir fikir beslemek dahî kusur ve
    nakâyıs-ı mevcûdeyi görüp ıslah etmeğe mâni olduğundan bu da
    bilâhare o neticeyi müntebih olur. Binâen′aleyh herkes cinsiyet ve
    kavmiyetine âid husâsâta ne nazar-ı hakaretle ve ne de kibir ve
    isti′zâmla bakmayıp dâima muazzez ve mukaddes nazar ile bakmakla
    beraber kusur ve nakâyısı görmeyecek derecede büht ve hayrete
    dalmayarak tabi′il-vuku′ olan az çok kusur ve nakâyısın ıslah ve
    ikmâline çalışmak iktizâ eder. Bu kaziyeyi düstûrü’l-amel ittihâz
    ederek lisan ve edebiyatımız hakkında mülahazatımıza girişelim:

    Türkler esasen cesur ve cengaver bir kavim olup eskiden bu
    sıfatla şöhret bulmuş oldukları gibi lisanları dahî ahlak ve tabiatlarına
    muvâfık olarak hâl-i ibtidâisinde huşûnetden pek de âri değil idi.
    Mahâza elsine-i Turaniyenin en mükemmeli addolunup Eski Türkçe
    demek olan ‘Uygur’ lisanı kable’l İslâm dahî yazılır, okunur, ve her
    ifadeye elverişli bir lisan idi. Türkler din-i İslâm’ı kabul ve ale’l-husus
    memâlik-i İslâmiyeye dühûl ile ibtidâ birtakım imâretler ve ba′de
    büyük büyük devletler teşkil ederek dindaşları olan Araplar ve
    İranlılarla karışmağa başladıktan sonra eski Uygur hat ve edebiyatınızaten mezheb-i kadimeleriyle beraber terk ve ferâmuş etmişolduklarından iştirâk-ı mezheb sâikasıyla ve bulundukları mahallerin
    tesiriyle Arabî ve Fârisi edebiyatına tâbi ve onlara hâdim olup kendi
    lisanlarını ihmâl etmiş ve bazıları büsbütün unutup bazıları da Arabî
    ve Fârisi kemâlat ve tabiratla karışık söylemeğe başlamışlardı.

    Bu vechile Türkçe beş altı asır edebiyattan mahrum ve yalnız
    tekellümde müsta′mel kaba bir lisan halinde kaldıktan sonra Türklerin
    münteşir bulundukları memalik-i vâsıanın iki ucunda heman birden
    parlamağa başladı. Bir taraftan Maveraünnehir’deki Türkler
    söyledikleri Çağataycayı ve diğer taraftan Anadolu ve Rumeli’ndeki
    Osmanlılar o vakit söyledikleri Türkçeyi yazmağa başlamışlardı.
    Hayfâ ki, edebiyat-ı Türkiye′nin bu iki mahall-i zuhuru birbirinden
    mesafece pek uzak bulundukları gibi mürur-ı zamân ve ba′de, mesafe
    hasebiyle lisan dahi çok farklı idi.

    Maveraünnehir’de Ali Şir Nevâi zuhur edip Çağataycanın
    edebiyatını memleketin uç bâlâsına îsâl etti.

    Çağatayca için bugünkü günde dahî Ali Şir Nevâi’nin tarz ve
    üslubuna tâbi olmaktan başka tarîk yoktur. Bizde ise öyle müktedâ-yı
    ′âm olacak büyük bir edip ve şâir zuhur etmedi. Devlet-i
    Osmaniye’nin avâil-i te’sisinde yazılan eş′âr ve hele nesirleri oldukça
    sade; lakin oldukça da kabadır. Hiçbirinde düzgün bir ibâre, âli bir
    fikre tesâdüf olunmuyor. Bundan ma′ada lisan dahî bir halde kalmadı.
    Devirden devire, asırdan asıra külli tebdil etmeğe başladı. Bir devirde
    yazılan şey, onu takip eden devirde kaba ve soğuk görünmeğe başladı.
    İstanbul’un fethinden sonra üdebâ ve şuarâ pek ziyade çoğaldı. İçlerinde okunabilecek bir gazel, bir beyit söyleyenler yok değildir.

    Lakin ekseri Türkçe denilemeyecek kadar elfâz ve tabirât-ı Arabiye ve
    Fârisiye ile memlu ve (sanayi-i lafziye) dedikleri soğuk ve külfetli
    birtakım teşbihâttan ve münasebetsiz mazmunlardan ibâretdir.
    Bununla beraber lisanın eski kabalığı bunlarda dahi meşhuddur. Bu
    kabalık onuncu kurun-ı hicri âsârında dahî mevcud olup bin
    tarihinden sonra on bir ve on ikinci kurunda mündefi‘ olmağa
    başlıyor. Nâbilerin, Bâkilerin âsârında kabalık eseri görünmüyor.
    Lakin tarz-ı ifade yine meslek-i sakîm Acemânesinde devam edip
    gidiyor.

    İşte burada lisan, edebiyattan ayrılıyor. Ve Rumeli’ne
    geçildikten, ale’l-husus İstanbul’a girildikden sonra lisan, tedricen
    incelip fevkalâde bir nezâket ve letâfet peydâ etti. Hatta şive ve
    telaffuzun letâfeti için esasen bir tedennî addolunabilecek bir tebdile
    dahî uğrayıp ‘ħ’ ların, sağır ‘kef’lerin telaffuzu unutuldu. ‘ķaf’lar,
    ′ayınlar, Arabî ve Fârisi kef veya ye telaffuzlarına takrib edecek
    derecede inceldi. Arabîden, Fârisiden mehuz kelimelere de böyle hafif
    ve latif bir telaffuz verildi. Giderek Türkçemiz eski huşûnetinden asla
    eser kalmayacak derecede latif ve şirin bir lisan oldu. Cengâver ve
    haşin bir aşiret lisanı halinden çıkıp en nazik ve en güzel pir-i peyker
    ve melek-i sima bir kızın ağzının letâfetini arattıracak bir halâvet
    peydâ etti.

    Dünyada semi′e en ziyade letâfet-i bahş-i lisan İtalyanca veya
    Rumcadır diyenler vardır. Lakin tecrübe edenler teslim ve itirâf
    ederler ki dünyada semi′e en hoş gelen ve anlamayanları bile meftun ve hayran eden bir lisan varsa o da İstanbul’da devletin büyük şehirlerinde tekellüm olunan Türkçedir. Türkçede ne İtalyancanın
    birbirini takip eden ye’leri ve şeddeli re’leri ne Rumcanın yılan
    fısıltısını andıran se tetâyileri ve peltek se ve ze’leri vardır. Kulağı
    yoracak tab′a nâhoş gelecek hiçbir hâl yoktur.

    Elhâsıl mübalağasız ve mücerred gayret-i milliye sâikasıyla
    olmayarak ağyârın dahi tasdikiyle diyebiliriz ki lisan-ı millimiz olan
    Türkçe, dünyanın en güzel lisanı değil ise hâla en güzel lisanlarından
    biri olduğunda şüphe yoktur.

    Yukarıda demiş idik ki bir lisanın hüsn ü letâfet ve
    mükemmeliyeti iki türlüdür. Biri tabîi ve Allah vergisi ve diğeri kesbî
    ve sun′î. Evet, Türkçemizin tabîi olan hüsn ü letâfet ve
    mükemmeliyeti müsellem olduktan sonra bizim elimizde olan ikinci
    cihete atf-ı nazar edelim: Bakalım edebiyatımız ne haldedir.

    Türkçe edebiyatının suret-i zuhuruyla devirden devire ne gibi
    tebdilâta uğradığını yukarıda mücmelen beyan ettik. Ve yalnız bin
    tarihinden evvelkilerde değil, on birinci ve on ikinci kurun-ı hicri
    âsârında dahî sadra şifa verecek bir şey bulamadık. On üçüncü kurun-
    ı hicride ve hatta bu kurunun nısfından sonra edebiyatımız için bir
    devr-i teceddüt açıldı.

    Yarım asır az zaman değildir. Bu kadar zamanda hiçten başlayıp
    hayli ileri gitmiş edebiyat vardır. Lakin malumdur ki, müceddiden
    küçük bir hâne yapmak çok defa büyük ve eski bir konağı tamir
    etmekten kolaydır. Tamirci o cesîm sütunlara kesr vurmağa birdenbire
    kıyamaz. O kadar emekle vücuda gelmiş olan kâr-ı kadîm boyaları, nakışları her ne kadar tebdillerini tasmîm etse bile birdenbire düşürmeğe acır.

    İşte bu sebebe mebnidir ki, bizde bu yarım asırda edebiyat, arzu
    olunan derecede terakki edemedi. Bu terakki tedricen olacak ve
    hakikaten öyle oluyor. Eslâfımızın kıyıp düşüremedikleri kâr-ı kadîm
    boyaların birtakımını biz pek çirkin görüp binâ-yı edebiyatımızdan
    düşürürüz. Ve bizim düşürmeyeceklerimizi ahlâfımız düşüreceklerdir.
    Yeni yetişen genç ediplerimizin bugün gözümüzün önünde o masnu′
    allı pullu nakışları beğenmeyip düşürdüklerini görüyoruz. Ve
    bunların yerine asrın teceddüdâtına muvâfık birtakım müzeyyenât ve
    sun′ lüzûmunu en evvel ortaya koyan biz ihtiyarlar bu vechile
    tahriplerini gördükçe acımaktan bir türlü kendimizi alamayarak bilâ-
    ihtiyâr ‘amma bu kadar da olur mu?’ diye bağırıyoruz.

    Teessüf olunacak bir şey varsa o da bu terakkinin bir düziye ve
    mütemâdiyen ve zamanın icap ve iktizâ ettirdiği bir suretle hâsıl
    olmayıp hâra tapanların yürümesi gibi birkaç adım ilerledikten sonra
    birkaç adım gerileyerek ve bazen de bir dâire çizerek gitmesidir.
    Vâkıa bundan biraz evvelki ediplerin en sâde yazdıkları ibâre bugün
    bize pek muallak görünür. O vakitten beri hayli ileri gidilmiştir. Lakin
    terakkinin bu suret ve derecesi gayr-i kâfidir. Lisanımız pek güzel bir
    lisandır. Edebiyatımız niçin onunla mütenâsip olmasın?


    Edebiyatın mâhiyeti ve üdebânın vazifesi nedir? İbtidâ bunu
    halledelim: Edebiyat, evvel lisanın kavâidini zabt ve şivesini , letâfet-i
    tabiyesini, fesahatini muhafaza ile fesahata mugayir elfâz ve tabirâtın
    lisana duhulünü men etmek tarik-i fesahattan sapmış cihetleri var ise yoluna getirip lisanın bozulmasına meydan vermemek, sâniyen avâmın bi’t-tabi ihtiyaç görmediği hissiyât-ı âliye ve meâni-yi dakika
    ile mevadd-ı ilmiye-i fenniye ve keşfiyât-ı cedîde için tâbirât ve
    ıstılahât bulmaktır.

    Üdebânın vazifesi budur. Erbâb-ı fen, ıstılahat-ı fenniye tayin
    için edebiyata müracaat mecburiyetindedir. Tayin olunacak ıstılahat
    kâide-i lisana ve fesahata mugayir olursa lisanı bozar. Böyle ıstılahat
    vaz‘ edenler muntazam ve mükemmel bir bağçenin çiçekleri içine bir
    avuç diken tohumu ekmiş olurlar. Edebiyat, daima lisanın muhâfızı ve
    bekçisi olmak iktizâ eder. Fakat üdeba, bu ihtiyâcat-ı fenniye
    hâricinde lisanı tağyir ve tebdil etmek selâhiyetini hâiz değildir.

    Lisan hiçbir vakit sun‘i olamaz. Elsinenin ne suretle tahsil ve
    tekvin ettiği bahsine girişsek söz çok uzayacağından yalnız şu kadar
    deriz ki, dünyada hiçbir lisan yoktur ki insanlar tarafından suret-i
    mahsusada yapılmış olsun. Bu son zamanlarda sun′i bir lisan
    çıkarmağa çalışanların sa‘yleri hebaya gitmiştir. Ve hiçbir vakit netice
    pezîr olmayacaktır. Tabiata karşı sa‘yin semeresi olmaz. Lisanlar
    tabidir. Edebiyat halkın söylediği lisana tâbidir. Onun dâhilinde ıslahat
    ve tezyinat yapabilir; fakat hâricine çıkamaz.

    Alışmak dünyada garib şeydir. Biz şimdiki edebiyatımıza alıştık,
    bize tabî görünür; lakin bir kere arkaya doğru dönelim. Veysî’nin
    Nergisi’nin bir fıkrasını veya münşeât-ı Feridun’dan bir mektubu alıp
    çok Arabî ve Fârisî okumamış bir Türk’e veya oldukça okumuş bir
    kadına, sonra yalnız kendi lisanını bilir bir İranîye ve nihayet lisanın
    fesahatına vâkıf bir Arap’a okuyalım. Hiçbirinin bir şey anlamayacağını göreceğiz. Demek ki bu kitaplar ne Türkçe, ne Fârisî ve ne de Arabî yazılmıştır.

    Ya bu lisan ne lisandır? Nerede söyleniyor? Kimler isti′mâl ediyorlar? Sırf sun′i bir lisandır. Şu kadar
    var ki bu sun′i lisanda kullanılan kelimeler sırf uydurma mühmelâttan
    ibaret olmayıp üç lisandan mehuzdur. Lisan-ı Osmani üç lisandan yani
    Arabî ve Fârisi ve Türkçe lisanlarından mürekkebdir demek âdet
    olmuştur. Âdet-i ilahiyeye ve tabiata mugâyir olan bu tâbir ekser
    kavâid ve inşâ kitaplarında ve buna mümâsil kitaplarda zikr ü tekrar
    olunuyor. Ne kadar yanlış, ne büyük hata! Üç lisandan mürekkep bir
    lisan! Dünyada görülmemiş şey!

    Hayır! Hiç de öyle değildir. Her lisan bir lisandır. Ve akvâm ve
    ümem beyninde olduğu gibi elsine-i beyyinede dahî derecât-ı
    muhtelifede karâbet ve münâsebet bulunup her birkaç lisan bir zümre
    teşkil eder. İmdi, söylediğimiz lisan, elsine-i Turaniye zümresine
    mensup Türk lisanıdır. Buna birinci derecede Arabîden ve ikinci
    derecede Fârisiden bazı kelime ve tabirler girmiştir.

    Lakin bu kelimeler ne kadar çok olsa lisanın esasını
    değiştiremez. Mesela İspanyolca ve Portekizcede o kadar kelimât-ı
    Arabiye bulunur ki bunların cem′i büyük bir cilt teşkil etmiştir.
    Lakin mezkur lisanlar, Arabî ile filan lisandan mürekkeptir
    denilmeyip Latin zümresine mensup müstakil lisanlar addolunur.
    Kezalik İngilizcede heman yarı yarıya Fransızca kelimeler bulunduğu
    halde İngiliz lisanı Cermen zümresine mensup bir lisan olup
    Fransızcaya yabancı addolunur. Her lisanın mehûz ve müstear
    kelimelerine bakılmaz, esası olan tasrifâtına bakılır. Hatta Nergisi’nin sun′i lisanına dahî üç lisandan mürekkep namı verilemez. Çünkü Türkçe kelimâtdan âri denilecek derecede Arabî ve Fârisiye boğulmuş
    olan o ibârede dahî tasrifât ‘olmak’ ve ‘etmek’ fiilleriyle ve ifade “de,
    den, ile, siz” gibi Türkçe edevat ile oluyor.

    Dedik, yine tekrar ederiz. Lisanımız pek güzel bir lisandır.
    Söylediğimiz gibi yazacak ve o şive ve kâide dâiresi dâhilinde ıslah ve
    terakkisine çalışacak olursak lisanın güzelliğiyle mütenasib
    mükemmel bir edebiyata mâlik olacağımızda şüphe yoktur.
    Arabîden, Fârisiden birçok kelimeler lisanımıza girmiştir, pek
    âlâ onlar Türkçeleşmiş, herkes biliyor, anlıyor, yazıda Türkçe gibi
    kullanıyor.

    Istılahat-ı fenniyeye gelince: Onları da her lisanda olduğu gibi
    fen erbâbı anlar. Bu vechile lisanımıza girip yerleşmiş olan Arabî ve
    Fârisi kelimeler lisanımızı bir kat daha zenginleştirmiştir.
    İhtiyacımızla mütenâsip tabirâtımız oldukdan sonra kâmusa bir hane
    el uzatarak bugünkü günde Arapların İranlıların dahî anlamadıkları
    avuç dolusu lügat-i Arabiye alıp kullanmakta ne ihtiyâcımız vardır?
    Arabîden mehûz ‘kalem’ gibi sade, fasih herkesin anladığı bir
    kelimemiz var iken ‘hâme’ veya ‘yâra’ gibi lügat-ı Arabiyeyi niçin
    kullanıyoruz?

    ‘Efsahü’l-kelâm mâkal u dil” kelâmı eskiden malumumuz olup
    bunun mahz-ı hakikat olduğunu kimse inkar edemezken ve bizim
    ‘yazmak’ gibi sade ve muhtasar, güzel sırf Türkçe bir tabiratımız var
    iken ‘keteb ve tahrir etmek’ gibi dört veya “yar′arân-ı bahs u mâkal
    olmak” gibi altı kelimeden mürekkep ve yarı Arabî ve yarı Fârisi alaca gülünç tabirler kullanmak zevk-i selim işi midir?

    İnsaf buyurulsun! Bunlar sâde misallerdir. Mesela bir şâirin tercüme-i
    hâlinde ‘Burusalıdır’ veya ‘Burusa’da doğmuş’ diyecek yerde bu bir
    iki kelimelik meâniyi bir sahifelik ibare ile ifade eden tezkirelerimiz
    vardır. Hem de ne ifade! Neuzübillah! Okumak için Hazreti Eyüb’ün
    sabrı olsa kifayet etmez. Bu da sanat imiş. Bugün olmadığında şüphe
    yoktur. Lakin vaktiyle böyle ifadelerden, bitmez tükenmez Fârisi
    izâfetlerden, mütenâfir tabirâttan garib lügatlardan hoşlanacak
    tabiatlar var imiş. Hamd olsun bunlar geçti, bırakıldı, unutuldu. Lakin
    tesirleri bâkidir. İzleri edebiyat-ı cedidemizde görülüyor. Bir türlü
    tesirden kurtulamıyoruz, bir vechile o usulden ayrılamıyoruz, Fârisi
    izafetlerin önünü alamıyoruz. Hatta ben de mukâlemede bir sebeb-i
    mecbur olmaksızın ve istemediğim halde kim bilir ne kadar Fârisi
    izâfetler, Türkçeleri mevcud olan ne kadar lüzumsuz Arab3i ve Fârisi
    kelimeler kullandım.

    En garibi şu ki, Arabî ve Fârisiden behremiz ne kadar az olursa
    Arabî ve Fârisî lügat-ı Arabiyeye ve tumturaklı ibârelere arzu ve
    inhimanımız o kadar ziyade oluyor. Bundan, zaten fazla ve lüzumsuz
    olan kelimât-ı Arabiye ve Fârisiyenin lisanımızda nâ-bemehal ve
    meâni mevzularına mugâyir ′ındî manâlarla isti′mâl ve hatta Arabîde
    mesmu‘ olmayan uydurma kelimeler icâdı tevellüd ediyor. Mesela:
    ‘tecâsür’ yerine ‘ictisâr’ veya ‘mücâseret’ kullanıyoruz. Halbuki
    Arabîde ictisâr kelimesi cüret manâsına gelmeyip “geçmek ve
    ilerlemek” manasını ifade eder. Mücâseret ise hiç Arabî olmayıp
    Araplar bu maddeyi müfâale bâbından tasrif etmezler.
    Bunun emsâli o kadar çoktur ki, kullandığımız Arabî kelimelerden hiçbirinin mahallinde kullanıldığına insan emin olamaz.

    Harekece de ekserini yanlış kullanıyoruz. Bilerek veya
    bilmeyerek Türkçe isimleri Arabî kâidesince cem′ilendirip Fârisi
    kâidesince tavsif etmek ve âhiri ‘he’ olan Türkçe ve Fârisi ve ecnebî
    isimleri müennes addedip ona göre terakkiyât yaparak “çiftlikât-ı
    mezkûre” ve ‘tersâne-i âmire’ tabirât-ı sakime güzel ve kolay
    lisanımızı çirkinleşdirip güçleşdirmekte ve belki gülünç bir hâle
    koymaktan başka neye yarıyor?

    Bir lisan, ne kadar kolay olursa onunla mütekellim bulunanlar
    için o kadar büyük bir nimettir. Çünkü o kadar kolay öğrenilip ulûm
    ve fünûn-ı mütenevvia ile sâir lisanların tahsiline vakit kalmış olur.
    Avrupa akvâmı bundan çok istifâde etmişlerdir. Ve temeddünlerinin
    esbâb-ı esâsiyelerinden biri de budur.

    Bu cihetce biz: Avrupa akvâmının cümlesinden daha bahtiyârız.
    Türkçemizin en fasihi, en güzeli, en mükemmeli bugün söylediğimiz
    Türkçedir. Lisanımızın fesâhatini öğrenmek için birkaç bin senelik
    âsâra müracaat etmeğe İmrûsların, İmrü’l-Kaysların anlaşılmaz eşârını
    ezberlemeğe ihtiyacımız yoktur. Çocuklarımız analarından emdikleri
    sütle beraber güzel ve fasîh bir lisan öğrenmiş olurlar. Eğer
    edebiyatımız söylediğimiz lisan üzerine müesses olsaydı, nazariyâtını
    da bir iki sene de edinip ondan sonra da bu kadar kolay olan
    lisanlarının muâvenetiyle az zamanda istedikleri ulûm ve fünûn ve
    elsine-i sâireyi tahsil ederek kemâl-i suhûletle âlim ve mütefennin olacak ve bizde de her yerden ziyade terakki ve temeddün kapıları umumun önünde açık bulunacak idi.

    Şimdi ise mektebe giden çocuklarımız söyledikleri o güzel lisanı
    battal ve mu′attal bırakıp yalan yanlış sun′î bir lisan öğrenmeğe
    başlarlar. Bunun tahsili ise birkaç senelik sa‘y ve emeğe muhtaçtır.
    Buna hasr-ı himmet edenler, nihayet yanlış ve uydurma tabirât-ı
    sakimeyi hâvi girift ve gayr –i munkati′ cümlelerden mürekkeb sun′î
    ve gayr-i tabî bir ibâre yazmak sanat-ı Arabiyesini öğrenirler. Fününa
    ziyade ehemmiyet verenler ise bu sanattan mahrum kalıp artık
    ömürleri oldukça iki satırlık mektup yazdırmak için bir ‘ kâtib’e
    ihtiyactan vâreste olamazlar.

    Sözü neticelendirelim:
    Lisanımız pek güzeldir, dünyanın en
    güzel lisanıdır desek mübalağa etmiş olmayız. Güzelliği nisbetinde de
    kolaydır. Bu ise nâil olduğumuz bir nimet-i uzmâdır. Edebiyatımız ise
    lisanımızla mütenâsip değildir. Edebiyatımız pek geridir. Ve yanlış bir
    yola sapmıştır. Bu sebeble lisanımızın güzelliği sade tekmilde kalıp
    kolaylığında istifâde edemiyoruz. Edebiyatımız muhtac-ı ıslahdır,
    muhtac-ı terakkidir. Ve daha doğrusu söylediğimiz lisanın esas-ı
    ittihazıyla ona göre muhtac-ı tebdil ve tecdiddir. Buna her sahib-i
    gayret ve hamiyetin çalışması iktizâ eder. Bunun aksine ve usul-ı
    kadimenin devam ve bekasına çalışanlar ise insafsızlık etmiş olurlar.

    Şemsettin Sâmi
     

Bu Sayfayı Paylaş