Sancaktar Yunus Mürebbi

'Tarih' forumunda Uygu tarafından 3 Eki 2012 tarihinde açılan konu

  1. Uygu

    Uygu New Member




    1071 yılının Ağustos ayında, Sultan Alparslan komutasındaki Türk ordusunun Malazgirt’te kazandığı büyük zaferin ardından Anadolu içlerine hızla yayılmaya başlamıştı Türkler.

    Bu süreç içersinde, Kastamonu’ ya sahip olabilme sevdasındaki Türkler ile Kastamonu’yu kaybetmeme uğraşındaki Bizanslıların yüz yıldan fazla süren mücadelelerine son noktayı koyma ve Kastamonu’yu ebediyen Türk yurdu yapma vakti yaklaşmıştı.

    Yıllardan 1204 yılı...

    Selçuklu Devleti’nin (Anadolu Selçuklu Devleti) üst yönetim kadrosunda mühim bir rol oynayan ve yüz bin çadırlık Türkmenler’ in lideri olan Hüsameddin Çoban Bey Kastamonu önlerine gelmişti.

    Günler günleri kovalıyordu birbiri ardı sıra... Türkmen sipahilerinin canlarını ortaya koyarak yaptıkları tüm akınlar neticesiz kalıyordu. Çünkü Kastamonu Kalesi bulunduğu konum ve yapısı itibarıyla çok muhkem idi. Kaleyi zaptetmek şöyle dursun, surların altına gelebilmek bile neredeyse imkânsızdı.

    Kuşatma başladığından beri haddinden fazla şehit vermişti Hüsamettin Çoban Bey’ in komuta ettiği Selçuklu Sipahileri... Buna rağmen askerde geri dönmek, kuşatmayı kaldırmak gibi ricat düşüncelerinden eser yoktu. Aksine güneşin ufukta belirdiği her yeni güne daha bir azimle, daha bir istekle başlayan sipahiler; ölürsem şehit kalırsam gazi inanç ve sevdasıyla kılıç sallıyor, ölüm yağdıran oklara bedenleri hedef oluyordu. Ne var ki bir türlü kale kapısını açmak ve zaferi getirecek o son hamleyi gerçekleştirmek mümkün olmuyordu.

    Bir gün daha sona ermiş; güneş inzivaya, kuşlar yuvalarına çekilmişti. Hüsameddin Çoban Bey, derin düşünceler içinde kıldı yatsı namazını... Bir gün daha zafer hasretiyle sona ermişti. Hüsameddin Çoban Bey’ i, bunca şehidi buralarda öksüz bırakıp kuşatmayı kaldırmak zorunda kalma ihtimali korkutuyordu. Bu kale alınmalıydı! Kastamonu tekrar ve bir daha elden çıkmamacasına Türk yurdu olmalıydı...

    Ve günlerden Cuma...

    Güneş, Ilgaz’ın dumanlı tepelerini selamlayıp Kastamonu’yu aydınlatmaya başladığında; Türk sipahilerinde de hareketlenme başlamıştı. Kılıçlar kınlarına, oklar sadaklara yerleştiriliyor; dualar âminler desteğinde Mevla’ ya yükseliyordu.

    Kastamonu önlerine gelindiğinden bu güne cephe gerisinde hizmet gören Yunus Mürebbi isimli, bıyıkları yeni yeni terlemeye başlamış bir genç, bir nalbant çırağı, bu gün her zamankinden daha telaşlıydı. Gözlerindeki garip ışıltı heyecanı ile birleşince, daha bir belirgin hal almıştı. Devamlı da Kastamonu Kalesi burçlarına odaklıyordu gözlerini.

    Ondaki bu anormal hali görüp, sebebini merak edenlerin merakları, Yunus’ un;

    - Ata Bey’ i görmeliyim! İşim acele, cevabıyla bir kat daha artıyordu.

    Bu arada, Hüsamettin Çoban Bey karargâhta kumandanlarıyla son hazırlıkları gözden geçiriyordu. Planlar ortaya konuyor, Bizans askerlerinin direncini kıracak yeni savaş taktikleri üzerine düşünceler tartışılıyordu.

    Karargâha paldır – küldür dalan genç bir sipahi, bütün dikkatleri üzerinde topladı. Daha kimsenin konuşmasına fırsat kalmadan, heyecanla;
    - Beyim!... Koçu Beyim!... Ata Beyim!... Huzura destursuz daldığım için bağışlayın beni! Cenk zamanı bayraktar ben olmak isterim. Ne olur bunu esirgemeyin benden, diyerek Hüsamettin Çoban Bey’ e yöneltti buğulu bakışlarını.

    Hüsamettin Çoban Bey, baştan aşağı süzdü bu genci... Henüz bıyıkları yeni terliyordu, çocuk denecek yaştaydı. Değil savaşta bayraktar olmak, cephe gerisinde bile olsa, savaşa bile gelmemiş olması lazımdı. Yine de kızmadı, kızamadı... Bu genç yaşta hem savaşa katılmak gibi bir cesaret, hem de bayraktar olmak gibi yüce bir ideale sahipti. Bu çocuğa kızılmaz, ancak alnından öpülürdü!...

    Fakat bu ordunun komutanı olarak, duygularıyla karar veremezdi. Kesin ve net oldu Hüsamettin Çoban’ın cevabı;

    - HAYIR!...

    Bu cevap, genç Yunus Mürebbi’nin gözlerinde biriken selin yanaklarına boşalması için yetmişti! Önce yanaklarına, ardından çiğ yemiş toprağa düşen gözyaşları içersinde gece gördüğü rüyayı anlatmak zorunda kaldı.

    - Ata Beyim!... Bu gece rüyamda sevgili ve şerefli Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’ i görmekle şereflendim! “ Yarın bana kavuşacaksın Yunus! Fakat elinde bayrakla gel! “ buyurdu...

    Büyük resim için tıklayınızBiraz öncesine kadar sadece Yunus Mürebbi ağlıyordu! Oysa şimdi?!... Yunus Mürebbi’nin sözleriyle, Hüsamettin Çoban Bey başta olmak üzere, bütün beylerin gözleri yaşarmıştı. Artık Çoban Bey için söylenecek söz yoktu! Çünkü emir demiri keserdi! Ve emir çok büyük bir yerden gelmişti! Hazret-i Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’ in emrine kim “hayır” diyebilirdi ki? Yunus Mürebbi’ ye bayraktarlık vazifesini Fahr-i Kâinat Efendimiz vermişti. Ve bu gün bu gencin şahadet şerbetini içeceğini de müjdelemişti...

    Yunus Mürebbi biliyordu bu günkü savaşta şehit olacağını... Güneşin doğuşunu son kez seyrettiğinin farkındaydı... Ama içinde en ufak bir korku, en ufak bir endişe yoktu. Ölüm yokluk değildi çünkü. Hele böylesine kutsi bir ölüm; yeni ve güzel bir hayatın ilk adımıydı...

    Hüsamettin Çoban Bey, gözlerinin prangasını kırıp yanaklarına süzülen iki damlanın son bir hamleyle ulaşabildiği sancağı büyük bir hürmetle öperek teslim etti Yunus Mürebbi’ ye...


    Güneş iki mızrak boyu yükseldiğinde; “ Allah! Allah! “ nidaları eşliğinde hücuma kalktı Selçuklu sipahileri. Kalenin burçlarından kazan kazan kaynar yağ dökülüyordu sipahilerin üzerine... Alevli paçavralar yakıyordu bedenleri... Ve savaş meydanında, kısık kelime-i şahadetlerle son nefeslerini veren şehitlerin bedenleri uzanıyordu tek tek...

    Deli Sungur, Derviş Musa ve Kara Duran Beyler; sancağı taşıyan Yunus Mürebbi’ yi himaye etme gayretindeydiler. Çünkü bu gün zaferin geleceğini ve bu zaferi getirecek ilk hamlenin de bu yiğit çocuktan geleceğini biliyorlardı. Bu üç beyin sadaklarından çıkıp yaylara gerilen oklar, Yunus Mürebbi’ yi hedef alan her Bizans askerini tek tek yere seriyordu. Bir ara, belindeki urganı surların tepesine ulaştırmaya muvaffak oldu Yunus Mürebbi... Ve sanki kuş olup kanatlanmışçasına, çok kısa bir süre içersinde surların sağ burcuna ulaştı. Sancağı çok büyük bir heyecanla dikti burcun tepesine... Artık, Hz. Peygamber (S.A.V.) ‘ in verdiği vazifeyi tamamlamış sayılırdı. Şahadet anının yaklaştığını hissetti, bir eliyle sancağı tutarken, diğeriyle de hantal kale kapısının yağlı halatlarına hamle yaptı. Sırtındaki yanmayla sendeler gibi oldu. Ardından sol omzunda hissetti aynı acıyı. Ve bir sıcaklık sardı sırtını... Bizans okçularının yaylarından çıkan iki ok hedef edinmişti Yunus Mürebbi’ yi... Ve her ikisi de hedefi bulmuştu...

    Bütün gücünü topladı Yunus Mürebbi...

    — Ya Allah! nidasıyla ardı ardına üç kılıç darbesi indirdi yağlı halatlara... Günlerdir zaferin muştusunun duyulmasını engelleyen kapı nihayet açılmıştı! Bu arada, Yunus Mürebbi’nin üzerine oklar yağmaya devam ediyordu... Kılıcı bıraktı elinden ve sağ elini de sancağı tutan sol eline destek etti.

    Burçlarda dalgalanan Selçuklu sancağını gören sipahilerin bilekleri daha da güçlenmiş, yürekler ayrı bir coşmuştu! Bizans askerlerinin bundan sonraki bütün çabaları, sadece kendi canlarını kurtarmak içindi... Kalenin sağ burcundaki sancağın nazlı nazlı dalgalanmasıyla coşan Selçuklu sipahilerinin durdurulması artık imkânsızdı! Yunus Mürebbi’nin açtığı kapıdan bir sel gibi aktı kalenin içine sipahiler. Havaya kalkan her kılıç, yere doğru süzülürken bir Bizans askerini de ölümün soğuk kucağına itiyor; gerilen yaylardan fırlayan oklar adrese teslim oluyordu.

    Kale kapısı civarındaki zaferin kılıç sesleri yankılanırken; sağ burçta bir abide duruyordu!

    Nihayet, kutlu bir Cuma gününde zafer nasip olmuştu.

    Önce iki rekât şükür namazı kıldı Hüsameddin Çoban Bey... Sonra savaş alanındaki şehitlerin arasına daldı...

    Kara duran, Derviş Musa ve Deli Sungur kalenin sağ burcundaydı. Hüsameddin Çoban Bey anladı Yunus Mürebbi’nin sağ burçta olduğunu... Hemen oraya yöneldi... Yunus Mürebbi, vücudunu delik deşik eden onlarca oka rağmen dizlerinin üzerindeydi... Yıkılmamıştı... İki elide sancağa sıkı sıkıya sarılıydı! Ve sancak dimdik duruyor, gururla dalgalanıyordu... Değil birkaç düşman oku, ölüm bile sancağı bıraktıramamıştı Yunus Mürebbi’ ye!

    Yunus Mürebbi şehitlik makamına ve insanlığın kurtarıcısı, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)’ ya kavuşmuştu...

    Hem de elinde bayrakla!
    (Sayın Hüsnü Acar ve Erdal Arslan’ın anlatımlarından)

    Alıntı

     

Bu Sayfayı Paylaş