Sen Gittin ve Herkes Ölmeye Başladı - Emrah Serbes

'Yazılar, Denemeler.' forumunda zipper tarafından 2 Kas 2013 tarihinde açılan konu

  1. zipper

    zipper quae nocent docent

    Günlerdir, etime işlenmiş bir acı ile dolaşıyorum, başım göğe kalkmıyor, bulutlara bakmaya yüzüm yok. Günlerdir, gördüğümü algılamıyorum, duyduğumu anlamıyorum, konuştuğumu fark etmiyorum. Günlerdir, ben, kendimde olamayışımı yaşıyorum. Kelimelerle, hareketlerle, sözlerle, seslerle.

    Günlerdir, elim her cüzdanıma gidişinde, içimdeki, etimdeki acı depreşiyor.

    Günlerdir, annem her önüme çay koyuşunda, ‘Can neden çayından içmiyorsun’ deyişinde, sustuğumu fark etmeden, kendimi kurcalaya kurcalaya bozuyorum.

    Günlerdir, attığım her adımda, yürüdüğüm her yolda, yanımda senin olmadığını fark edip, senin artık hayatımda olmadığını fark edip, senin artık beni görmek istemediğini düşünüp, kendimi çaresiz bırakıyorum.

    Ve ben günlerdir, neşeli olmaya çalışıp, alkol komalarına girmemek için, kendime yeminler ediyorum, içmeyeceğim diye.

    Bir öykü var içimde, senelerdir yarım kalan.

    Bir kadın var içimde, senelerdir yarım kalan öykünün sahibi olan ve senelerdir içimde büyüttüğüm. Kendimden bile gizledim, kendime bile anlatmadım, ben onu, kimselere anlatmadım. Anlatamazdım, çünkü buna yüzüm yoktu. Çünkü onu yüzüstü bırakıp gitmiş, gittiğim yollardan da geri dönecek yolu, sözü, çareyi, dermanı, zamanı bulamamıştım. Belki de bulmuştum, kendimi kandırmayayım, geçer demiştim, unuturum demiştim, önüne bak Can! Düşeceksin demiştim.

    Düştüm.

    Üstelik 5 farklı düşmek öyküsü yazıp, birinde bile kendimi anlatmaya cesaret edemeyecek kadar canım yanarak düştüm.

    Düştüm.

    Düşüşlerimi kimseye anlat(a)madım. Herkes beni mutlu sanarken, ben kendimi sessizlikle, suskunlukla kandırdım. Benim suskunluğumu, az konuşmama verdiler. Benim suskunluğumu, konuşulacak kelimem olmadığına verdiler. Bilmiyorlardı, anlatsam anlamazlardı suskunluğumu. Zaten anlatacak ne yüzüm vardı, ne de keyfim. Keyifli insanlar içinde keyifli gözükmeye çalışan acınacak halde bir sürüngen olarak yaşadım durdum yaptıklarımın yüz kızartıcılıklarını düşünerek. Kendime sürüngenliği yakıştırıyorum çünkü, ancak sürüngenler bu kadar iyi, iyi olmadığı halde iyi gözükebilecek kıvraklığı gösterebilirler.

    Ve düştüm.

    Seneler sonra kendi içime düşüp, kendi içimden çıkamadım. Kendi içimdeki benler yapıştı yakama. Dediler, siktir et! Dediler, bırak git! Dediler, yapabilirsin!

    S..... ettim. Bıraktım ve gittim. Yaptım.

    Herkesi ve her şeyi yüz üstü bırakıp, yaptığım ve inşa ettiğim her düzeni ve her mutluluğu ve her huzuru ve her insanı ve her bağı, gözümü kırpmadan, yıktım. Bir domino taşıyla başlar her şey. Birisi sizi düşürmüştür ve arkanızdakinin kaderini de siz belirlemiş olursunuz.

    Bıraktım arkamı dağınık. Ne toparladım, ne de geriye baktım.

    **

    Gül, ey, can. Dedim ki, sana, gül. Ey. Can.

    Ben senin hayatına girmeye nasıl yeltendim ki, bilmiyorum. Çok içiyordum, çok fazla kendimde kalmıyordum, gündüzleri bile, iş yerinde gizli gizli içiyor, açıyor fotoğraflarımıza bakıyor, herkes beni şıp sevdi olarak bilirken, ben senelerdir içimde büyüttüğüm ateşi, üşüdüğüm zamanlarda avuçlarıma koyuyor da ısınıyordum. Kimseler bilmiyordu. Ben senin hayatına, yineden nasıl girmeye yeltendim, bilmiyorum, ey, can. Ben senin hayatında zar zor toparladığın ve yeniden gülüşlerini taktığın baharına nasıl kast ettim yeniden, bilmiyorum. Nasıl bir bencilliktir, nasıl bir yüzsüzlüktür tarif edemiyorum.

    Ama yaptım, evet, hiç layık olmadığım hayatına, olanca yüzsüzlüğümle bir şekilde girdim. Yeniden, sana yazılar yazdım üç günde. Ben sana üç günde binlerce yazı yazdım ey, can. Ben sana üç günde istemediğin kadar yaprak topladım. Bilmiyorsun.

    Çaya şükrettim. Gözlerinin içine yeniden bakarken, sesin kulağıma ulaşırken, üstelik kokun da üzerime sinmişken, beni sana kavuşturan o çaya şükrettim. Katlettiğim günlerin düştü aklıma sonra, kendimi gömmek istedim maviye zor tuttu bileklerimden ellerim. Dur dedi içimden birisi, dur, inşa etmek varken, yıkma yeniden. Yeniden uğraş, yeniden çabala, yeniden iste. Belki kenarlarında çiçekler ekili caddelerde yeniden el ele yürürsünüz dedi. Belki sabahın köründe çalışan emekçilere, çöpçülere, işçilere, memurlara, hamallara, ayakkabı boyacılarına beraber önlerinden geçerken günaydın! kolay gelsin! dersiniz dedi. Belki, yeniden sevdirirsiniz bu şehri birbirinize, ikna edersiniz bu şehirde kalmaya gözlerinizi dedi. Belki, belki işte, bir olursunuz, aynadaki yalnızlıklarınızı birbirinize açıklarsınız dedi. Ona aynada baktığında aynada olamayışını anlatırsın dedi. Ona, o yokken, onu nasıl yeşil tuttuğunu, nasıl şarkılar yazdığını, nasıl gözlerinden denizi döktüğünü, nasıl, nasıl uzaklara bakarken onunla yürüdüğü yollarda keskin bir susuşa büründüğünü ve hiçbir zaman yanındakilere bu durumu açıklayamadığını anlatırsın dedi. Dedi ki, sen iste Can dedi, kendini biliyorsun, sen bildiğine insanları inandırırsın dedi. İnandım kendime, ey, Can. İnandım ve seni kendime inandıracağıma, çayın üzerine yeminler ettim. Sana, nasıl aşık olduğumu ispatlayacağıma yeminler ettim.

    Kelimeler, Albayım. Hakikaten bazı anlamlara gelmiyor.

    Evet, kelimeler, sizin onlara yüklemek istediğiniz anlamları taşıyamıyor bazen. Sana en çok bunu anlatmaya çalıştım. Kelimeler dedim, taşıyamıyor insanları. Ya biz ağır geliyoruz, ya da onlara haksızlık ediyoruz. Bilmiyorum, ya ben hakikaten kendi aklımdakileri ve unutmadıklarımı ve unutamadıklarımı ve çoğalttıklarımı ya da büyüttüklerimi sığdıracak kelimeler bulma konusunda hakikaten başarısızım, ya da ciddi manada kullandığımız dille alakalı ciddi sıkıntılarım var. Mesela, ellerime elin değdiğinde, avucumda avucunu hissettiğimde veya ilk sarıldığımızda kokunu içime çektiğimde yaşadığım ve başımın dönmesine sebep olan ve gözlerimi kapattığımda Allah’a inancımı sorgulatan duyguya kısaca ‘özlem’ demek, bana hislere yapılan bir haksızlık olarak geliyor. O yoğunluğu bir kelimeye yüklemek haksızlık değil mi, hem duyguya hem de cümle neferine? Bu sebeple yeni arayışlara giriyorum sana olan duygularımı açabilmek için, bulduğumda haberin olamayacak diye üzülüyorum bir yandan da.

    Ben çoğu şeyi anlamıyorum zaten, kelimeler bana gülerken. Kelimeler bana ha ha! diye gülerken, ben çoğu şeyi anlamıyorum hala. Ben mesela, hala, senin bana yeniden bir sabah gülen yüzünle gelebileceğini düşünüp mutlu olurken, yokluğunu benliğime anlatamıyorum inatla. Hayatında başka birisi olduğunu ve ona aşık olduğunu üzerine basa basa vurgulayarak söylediğini ve benimle bir daha asla eskisi gibi olamayacağımızı söylemiş olmana rağmen, ben hala, ufak bir çocuk gibi, hüzünle, özlemle, açlıkla, muhtaçlıkla, senin, bana, yeniden, gelip, ellerimi, ellerine, alıp, gözlerini, gözlerime, dikip, bana, yeniden, umut, dolu, cümlelerle, bakıp, hiç, bir, şey, demeden, karşımda, durup, öylece, durup, yeniden, bir, şiirin, devrik, cümleleri, gibi, olabileceğimizi; yenidenaynıyoldayürüyüpaynıyöneyolalıpaynısenkronizeadımlarıatıpaynışeyebakıpaynışeyegülüpaynıgülüşüpaylaşıpsevgiyineşeyihüznüvarlığıyokluğuyoksulluğubolluğuhayatıherşeyiherveşeyiberaberplanlayıpberaberyapabileceğimizi düşünecek kadar yoksulum. Yoksulluklarım da yoksunluklarımdan geliyor, söylüyorum, hep söylüyorum ve söylediklerimin içinde yaşıyor oluşum, adeta başarısız bir roman denemesinin içinden konuşuyor oluşum yüzünden, gerçekle yüzleşemiyorum.

    Can, artık O, yok.

    Yoksun biliyorum. Verdiğin son fotoğraftaki gülüşün kandırıyor beni. Ben buradayım diyor bana ama sen yoksun.

    Telefonumda çektiğimiz fotoğraflarımız beni kandırıyorlar ey, Can. Avuç içini ve saçlarını ve gülüşünü ve yan yana duran bedenlerimizi ölümsüzleştirmişiz, omuzlarımız birbirine değerken, hatırlarsın. Eğleniyorduk da, mutluyduk da, benim senin kanına girişimin bilmem kaçıncı günüydü, inişimizde elimizden tutacaktın, kalbimi yerinden sökmeye niyetlenmiştin çünkü. Ellerim beni inkar ediyor, ey Can. Ellerime bakıyorum. Ellerimi sevmiyorum. Ellerimi, titreyen ve çirkinleşen ve hiç bana aitmiş gibi durmayan, yabani ellerimi sevmiyorum. Ben kendimi sevmiyorum. Ben hiçbir zaman, bu bedeni sevemeyeceğim, biliyorum. Ben ölene kadar ki bunun çok uzak bir düzlemde olmadığını artık herkes biliyor, bedenimden nefret edeceğim. Çünkü, çünkü, bu eller ve bu diller ve bu beden ve bu akıl ve bu hareket ve bu kalp, lanet olası bu kalp, seni kendi elleriyle, avuçlarından ve aklından ve dilinden ve yüzünden ve ellerinden ve kalbinden uzaklaştırdı. Uzaklaştırdıktan sonra pişman oldu ama korkaklığını bir kere giyindi bu beden. Bu beden, direnmedi, bu beden senin yanında durmadı. Kaçtı. Kaçtı ve ağlaya ağlaya geri dönse bile hiçbir zaman seni hak etmedi. Ey, Can, ben bu bedeni asla sevmeyeceğim. Çünkü artık sen bu bedenin teninde ve tininde olmak istemiyorsun.

    Sensiz bu ellerimi sevemiyorum.

    Sen tut(muş)tun ya, çirkin ellerim çiçek aç(mış)tı benim.

    Şimdi her gece, bana attığın ölüm oklarını en yeni baştan, bana onları fırlattığın yerden, daha hızlı kendime fırlatıyorum ki, daha fazla acı çekerek, daha yavaş öleyim diye. Şeytan azapta gerek ey, Can. Azabını en iyi şekilde giydirdim bedenime. Yürüdüğümüz yollara, çay içtiğimiz masalara, sigara yaktığımı küllüklere, baktığımız denizlere ve dinlediğimiz şarkılara döküyorum kanımı.

    Ey, Can. Öldürüyorum kendimi.

    Ve bu şehrin duvarlarına ölümümü yazıyorum harf harf. Senin geçebileceğin her yere, kanımın rengiyle acımı yazıyorum.

    “Sen, gittin ve herkes ölmeye başladı”

    Ağlıyorum bu satırları yazarken, ağlıyorum, günlerdir biriktirdiğim ne varsa döküyorum gözlerimden. Ölüyor kelimeler, ölüyor cümleler, ölüyor harfler ve ölüyor önümde duran soğuk çayım. Yanaklarım ölüyor ıslatan göz yaşının altında ve ben biraz daha üşüyorum yalnız daha doğrusu sensiz geçecek günleri ve seneleri ve ömrümü düşündükçe.

    Ağlıyorum ve biraz daha eksiltiyorum aklımı, bu satırlara yükleyerek. Kimselerin suçu yok, kimselerin günahı yok, kendi ruhumda bıraktığım derin ısırıkların adi suçlusu, vampiri, müellifi benim. Sana kızamıyorum ey, Can. Sana nasıl kızabilirim ki ben, sen benim içimden koparıp atmaya yeltenemediğim ve ömrümce saklamaya yeminler ettiğim en masum yerimsin. Sen benim bir yerimsin evet ve ben o yerde sensizken ömür boyu saklanarak yaşayabilirim, sen bilmezsin.

    Ağlıyorum ve biraz sonra bu ağlayışıma birkaç kuş uyanıverecek ve bana neden ağladığımı sormak üzere parmaklarımın üzerine konmaya yeltenecekler. Ben onları kırmaktan korktuğum için hem yazmayı hem ağlamayı bırakacağım ve hayatıma yine sensiz ve yine sensiz ve yine sensiz kaldığım yerden ya da kalamadığım yerden devam edeceğim.

    Ağlıyorum ve bu son olmayacak.

    Bir türkü çalacak biraz sonra, bir gülüş solacak. Bir hüzün fotoğraflardaki usul bebeğin yanaklarına yapışacak. Öyle de kalacak.

    Sen gideceksin ve herkes ölmeye devam edecek...
     

Bu Sayfayı Paylaş