Yolculuk – Şükrü Erbaş

'Ünlü Şairlerden Şiirler' forumunda zipper tarafından 23 Şub 2014 tarihinde açılan konu

  1. zipper

    zipper quae nocent docent

    [​IMG]


    Bir uzun yürüyüşün
    Gelmiş gelecek tüm yolcularına
    Ve üç insan güzeline dünyanın
    Üç iyilik ipeğine
    Bu yolda tanıyıp bu yolda sevdiğim.

    Şükrü Erbaş

    …
    Bir Şiir Öncesinde

    Ben bir şiir öncesindeydim
    Bütün hasretiyle Nazım geldi
    Öptü sözcüklerimi birer birer
    Memleket kesilmiş dudaklarıyla
    Başında And Dağları’ndan bir kar bulutu
    Rüzgarı kan ve kardeşlik kokan
    Neruda geldi Şili’den
    Kocaman gövdesiyle sevgiler yumağı
    Lorca ansızın öldü
    Bir İspanyol dansı gibi incecik
    Akıtıp ömrünü Granada toprağına
    Şiirin ve şarkının sonsuz yatağında
    Ritsos kurtardı Yunanistan’ı
    Yenip veremi ve faşizmi
    Küçücük sularından günlük hayatın
    Büyük denizlere ulaşan gücüyle
    Sürgünlerden sevinçlere eğriler çizerek
    Dize dize bir ozan
    Gördü gerçeğe dönüşünü şiirinin
    “Döndü Havana’ya Nicolas Guillen”
    Ve İstanbul geldi, bir halk şenliğinde
    Gömmüş otuz dört ölüsünü mayıs mavilerine…
    Seslendiler bir şiir öncesinde verip el ele
    Bütün iyi ölülerimle ölümsüz soy şairlerim:
    Unutmak kolaydır suçlamak kolaydır
    Aslolan beslenip bir gül fidanı gibi
    Yaşamın yapraklarıyla geçmişin toprağından
    Bir gün bile yitirmeden bulutlar içinde
    Güneşin yolunu
    Geleceğe güller sunmaktır
    Geleceğe güller sunmaktır…

    I

    O zamanlar gökyüzü biçilmiş buğday kokardı
    Çiğnenmiş üzüm, mısır püskülü, bostan yaprağı
    Toprak kokardı insan emeğiyle yoğrulmuş.
    Rüzgâr serin sesli konuğuydu evlerin
    Bulutlardan ağaçlardan saçlardan süzülen
    Bir dirim duygusuyla doldururdu odaları
    Yağmur ikinci adıydı akşamların
    Günün yorgunluğu üzerine dökülen
    Bir düş inceliğinde akardı sular arklarda
    Dilde uzaklık türküleri tutuşturarak.
    İnsanlar bir soru imi gibi girip çıkarlardı
    Geçimin dar kapılarından
    Alın teri umut ve kaygıdan örülü
    Mutluluk toprağın ve güneşin eline bakardı.
    O zamanlar dünya küçüktü ve insanlar
    Kardeşlik kokardı yardım duygularıyla
    Paylaşmak, bir sevinci ya da güçlüğü
    Bir karşı koyuş biçimiydi hayata.
    Birbirine benzerdi evler, toprak dam
    Beslenen hayvan, çocuk sayısı, daracık camlar…
    Bir sır gibi gizlenirdi güzellik büyüdükçe kızlar
    Erkekler şapkalarının siperinde geçerdi sokaklardan.
    Aynı yalın dili konuşurdu yaşlılarla çocuklar
    Dingin bir gölle bir akarsuyun dostluğunda.
    Sevgi bir düş gülüydü bitişik avlularda
    Sessizce serpilen, bunalmış ve utangaç
    Evlilikle koklanırdı ancak ve solardı daha ilk yaz.
    Birbirine benzerdi
    Mevsimlerin bahçelere getirdiği renk
    Evlere getirdiği telaş, sevinç, keder…
    Yaşamak ağır bir suydu, zamanın
    Ve toprağın derin ırmağında
    Sürükleyerek bir nice hayatı ince kıvrımlarında
    Akar, akardı


    II

    Bulutlara çobanlık ederdim ben o zamanlar
    Önümde türkü meleyen bir kuzu sürüsü
    Yüreğim duygu öğüten bir düş değirmeniydi
    Dilimde sulardan ve serçelerden bir ince ıslık
    Yükleyip götürürdüm gökyüzünü kirpiklerime
    Ay’la sürerdi geceleri güneşle başlayan yolculuğum
    Bir giz gibi alırdı aklımı ufukların ardı
    Konup kalktıkça her mevsim hareketsiz ülkeme
    İçimdeki boşluğu biçimlerdi kanatları göçmen kuşların.
    Uzak kentler, büyük sular, adını bilmediğim
    Irmakların ve yolların haritasını çizerdim toprağa.
    Bir de masallar… bir de türküler
    İnsan yüreğinin dünyaları yıkayan
    O sevgi sağanakları, duygu güzellikleri
    Eli hiç eksilmezdi alnımdan söz rüzgârlarının…
    Sonra kerpiç duvarların ardı
    Lambalardan büyük karanlık
    Gün boyu kavrulan toprak güneşte
    Uykuların bile alamadığı yorgunluk…
    Sonra babamın sesi
    Ki korkunun simgesi oldu ömrümce
    Akşamlara kadar çırpınan annem
    Odalara dolan gönül üzüncü…
    Sonra ürperen ağaçlar dışarda
    Gecenin ve yalnızlığın
    Yataklara sızan hışırtısı
    Sessizce gerçeğe dönüşü düşlerin…
    Bunalır… bunalırdım.

    III

    Yozgat bir kar kentidir
    Sürmeli bir türküdür
    Serttir soğuktur küçüktür.
    İki dağın dudağına kısılmış
    İncecik bir sudur
    İçinde zamandan başka her şeyin aktığı…
    Güneşi bir nazlı konuktur yazlar içinde
    Ömrü çiçeklerin rengi kadardır.
    Ağaçları çatılardan yüksek
    Avluları evlerinden geniş
    Bir rüzgâr kentidir Yozgat
    Çam kokuları ve bıçkın delikanlıları ile
    Yıllardır kesilmeden esen
    Yoksullukla düşlerin iç içe büyüdüğü
    Dar sokaklar eğri evler boyunca…
    Kadını bir eski zaman resmidir
    İşin ve konuşmanın tutkun aynasında
    Erkeği odalar dolusu ağırlık…
    Duruldukça rengini bulan sular gibi
    Çocukların büyüdükçe büyüklere benzediği
    Bir taşra kentidir Yozgat
    Zor inanıp güç değişen…
    Durur zamanın alnında donuk
    Bir basma entarinin eteğinde
    Soluk, eski desenler gibi…
    Günler içinde bir gün
    Dokundu parmakları hayatın
    Ufkumun bunalan perdesine…
    Fırınları sinemaları minareleriyle
    Hareket ülkesi bir kent simgesi olarak
    Yozgat, girdi ömrüme…

    IV

    Bana sorular öğreten dost
    Bir de sen bulmadıkça doğrular yarımdır diyen…
    Kimi gün bir türkü, kimi gün şiirlerle
    Kitaplarla daha çok, giderek kitaplarla
    Sabırlı, içten, yalın
    Örnekler çıkarıp adım adım
    Küçücük bir kentin kapalı hayatından
    Bana dünyaları gösteren dost…
    Telaşını taşıyorum yıllardır
    Konuşurken birbirine vurduğun parmaklarının
    Ve içine yüreğini koyup koyup
    Ak güvercinler gibi ağzından uçurduğun
    O büyülü, sıcak, doğru sözlerinin…
    Sesini çoğaltıyorum sesler içinde
    Bir tutku gibi geciktikçe büyüyen
    İnancının onurunu taşıyorum yıllardır.

    V

    Akşam sızıyor karanlık kapıdan
    Aralık kapıdan ayrılık sızıyor
    Bir hançer gibi gölgelerin ucunda
    Bırakıp aynı saatlerde aynı kederleri
    Üşüyen odalarına yalnızlığın
    Her gün biraz daha ağır
    Anılar sızıyor aralık kapıdan
    Yıllar… ki içinde binlerce düş ölüsü
    Koparıp götürdü kimlerden neleri…
    Sesler, yüzler… yerleri
    Bir yara sızlayan dokunuşlar
    Her biri bir ömre değen
    Yıllar sızıyor aralık kapıdan…
    Dayamış duygularını aklının doğrularına
    Bir çocuk Drama Köprüsünü söylüyor
    Saat Kulesinden dünyaya açılan yolda.
    Ne kadar uzak sesi şimdi, ne kadar yakın…
    Işığı gölgeler içinde mahzun
    Bir güneş sızıyor aralık kapıdan.

    VI

    O zamanlar büyük kentlerin varoşlarında
    Hayatın dengesini tartan öğrenciler vardı
    Taşralı yüreklerinin tedirgin terazileriyle.
    Öfkeye benzerlerdi biraz, aceleci sert tatlı
    Sevgi kadar yumuşak, yoksulluk kadar katı
    Yürüyüşleri önemli, susuşları anlamlı
    Birer düş damlasıydı duruşları rengini evlerden alan
    Sözleri alışılmış görüntülerin örtülerini aralardı.
    Bir köprü kurup sorulardan hemen kendilerince
    Bilinen iki şey arasında
    Sular gibi akıp altından, üstünden rüzgâr gibi geçerek
    O masal ülkesinin kapılarını zorlarlardı
    İnançları kadar yalın kılıcıyla yanıtlarının
    Boyları ırmak kıyılarında serin söğüt dallarıydı.
    O zamanlar uzak taşra kasabalarında
    Akşamlar birer kara buluttu
    Ölümü yedeğine almış ajans haberleriyle.
    Korkunun ve bekleyişin bunalttığı evlerde
    Yüreklerinde merakın ağır yüküyle insanlar
    Günde bin kez gidip gelirlerdi
    Yaşamla ölümün bıçak sırtı sıratında.
    Ölenler, arananlar, yakalananlar…
    Gerçek oğlu, Düş ten olma, 1950 Dünya doğumlu…
    Bir metal ses, yitirmiş insan sıcaklığını
    Okur, okurdu…
    Rahatlatırken nice insanı acı bir sevinçle
    Söylenen her isim
    Bitişik evlere düşen yargısız bir kıyametti…

    VII

    Ey gece sokaklarına sabahın resmini çizen
    Ey gülüşün ve ay ışığının gümüş çocuğu
    Yaşlanan yolcusu artık uzun yürüyüşün
    Ey sözleri halkının kalbini içeren…
    Yağmur çürüttü o afişleri çoktandır
    Bir suçlu gibi susturup renklerini
    Sürükleyip götürdü o türküleri rüzgâr…
    Hani o, güneşini eğninde taşıyan
    Bir ulu geleceğin altın kalemini
    Batırıp batırıp ömrüne ve geceye
    Kenti süslediğin…
    Birinde bir ölümsüz yüz ölüme inat
    Birinde düğün eden sözcükler
    Yaşamak ve direnmek kıvamında…
    Yok artık, gömüldü anıların göğsüne
    Közünü küllerinde saklayan bir ateş gibi
    Şimdi her şey duruk örtüsünde zamanın…
    Duvarlarında boydan boya
    Büyük şirketlerin reklam afişleri
    İnsanı silahsız vuran bir yasal suç
    Şimdi kent, sana yasakladıklarıyla
    Ölü, çirkin ve kirli…

    VIII

    Ve günü geldi hayatın yüreğinden
    Dünyaları birleştiren bir ince sızıyla
    Fışkırdı duyguların ivecen tomurcuğu…
    Takıp ayaklarına ilk gençliğin güvercin kanatlarını
    Akışını alarak çakıl taşlarında çırpınan suların
    Rengine ve gülüşüne
    O her şeye dokunmak isteği veren
    İlkyazların coşkusuyla
    Rüzgâr ürpertisinde gökyüzü genişliğinde
    Sığarak, akıl almaz bir biçimde
    Gözbebeklerine gamzelere kulak memelerine
    Bir ten sıcaklığı olup soluk soluk
    Sevgi, doldu ömrümüze…
    Ey bu dünyanın görmüş geçirmiş insanları
    Bilirseniz siz bilirsiniz, duyarak yaşadıysanız
    Ne vardı dilinin ucunda o kızın
    Nerelerden alırdı ki suyunu dudaklarındaki ırmak
    Aynı ustalıkla akıtarak bir sözle bir öpüşü
    Sarmal köprülerinden düşle gerçeğin
    En büyük acılara bile katlanma gücü veren.

    IX

    Seni öpsem, gülse bir halk
    Seni öpsem, yoksulluk
    Utansa verdiği acılardan
    Kırılsa her türlü korkunun kanadı.
    Seni öpsem, silinse
    Alın çizgilerinden gam
    Yürek kuytularından akşam.
    Bir sonsuz yağmur yağsa
    Aşkın kardeş bulutlarından
    Aynı mutlulukla ıslansa dünya.
    Ayrılığa kapansa kapılar
    Odalar üzgün durmasa.
    Seni öpsem, buğulanmasa gözlerin
    Gülse yaz günleri gibi
    İnsanların gölgeli yüzleri.
    Kar yağmasa dar yoluna
    Kardeşimi koynunda saklamış dağların
    Çıkıp gelse alanlardan
    Anılardan, duvarlardan
    O gencecik ermişler.
    Işısa yeniden annelerin yüreği
    Çocuklar çoğalsa sevinçten
    Çözülse babaların kaşlarındaki bulut.
    Seni öpsem boğulsa
    Açtığı acının çukurunda
    Yüzü kışlar kadar soğuk
    O bilinçli kötülük
    Arınsa ömrümüzün kiri, kederi…
    Donup kalmasa dudaklarımda
    Bir suç gibi, öpüşün
    Bencilliği andıran o buruk tadı
    Mutluluk dokunmasa çoğul yanıma.
    Seni öpsem ve dünya
    Kurulsa yeniden
    Sevgi kadar yumuşak, zengin ve ak…


    X

    Ölümün ömrü yok, ölümün yüreği yok
    Ölüm çocuk büyütmeyi bilmez
    Ölümün evi yok, ekmeği yok, sevgisi yok…
    Söndürüyor etinde hasretin acısını
    Gömülmüş anıların iç denizlerine
    Oğlunu seyrediyor bir ihtiyar
    Kendi suretinde.
    Buğulanıyor yudum yudum
    Akmış ayrılığın yankısız yollarına
    Ömrünü çiziyor bir ihtiyar
    Alın kırışığında.
    Zaman bir ince yalnızlık nicedir
    Hayatın gözeneklerinden süzülen
    Bilenip gümüş hançerinde gecelerin
    Vuruyor hilal hilal bir mezar taşına.

    XI

    Biz o çocukları hiç anlamadık
    Biz o çocukları tanımadık hiç…
    Mavi bir damar gibi kentin gerilen bedeninden
    Bir çığlık çağlayanı gibi, geniş uzun pembe
    Savrulup gittiler de kaç kez rüzgâr rüzgâr
    Duyurabilmek için bizim türkülerimizi bize
    Bir gün olsun inip aralarına katılmadık
    Sesimizi katmadık seslerine…
    Korktuk, neden korktuğumuzu bilmeden
    Büyük heyecanlardan korktuk, küçük rahatlardan
    Uzun yolculuklardan, yakın acılardan
    Kurumlaşmış ne varsa güzeli ve geleceği kuşatan
    Korktuk hepsinden…
    Çekilip böcekler gibi evlerin kabuğuna
    Sıkı sıkı sürgüledik kapılarımızı,
    Balkonlara çıktık en fazla, camlardan sarktık
    Garip bir merakla bakıp arkalarından
    Saygılı, şaşkın, küçümser
    Karmakarışık duygular içinde bocalayıp kaldık.
    Sözleri ulaştı uzaklığımıza perde perde
    Tanyerinde yükselen buğusu gibi toprağın
    Ama elleri, yürekleri, yüzleri
    Sert miydi sıcak mı, dost muydu düşman mı?
    Bir gün olsun dokunup kendi ellerimizle
    Aklımızla yüreğimizle duygularımızla
    Anlamadık…
    Uyup yükseklerden gelen bir sesin buyurgan tonuna
    Bizim olmayan bir ağızla konuştuk haklarında…
    Şimdi düşünüyorum da
    Korkmayan yanımızmış o çocuklar bizim
    Ama biz korktuk.
    Konuşan yanımızmış o çocuklar bizim
    Ama biz sustuk.
    Düşleyen yanımızmış o çocuklar bizim
    Ama biz teslim olduk.
    Biliyor musun, güz
    Daha bir dokunaklı geçiyor beş yıldır.
    Yağmur yağdı bugün, savrulan yapraklar
    Sürüklendi bir süre dilsiz sokaklarda.
    Bilmem ki, bilmem ki nerelerden
    Çıkıp geldiler birden o çocuklar ufkuma
    Yedi renkli türküler, bayraklar, pankartlar…
    Bir yalnızlık duydum ta içimin derininde
    Bir ses sağanağı, bir özlem…
    Düşünüyorum da, farkına varmadan
    Sessizce, kendiliğinden
    Sevmişim meğer onları ben, inanmışım
    Katılmışım hatta türkülerine kendimce
    Uzaktan uzağa…
    Yoksa niye kanasın değil mi
    Bunca yıldan sonra sesim
    Böyle durup dururken…

    XII

    Kardeşler diyordu, kardeşler
    Silerek kirpiklerine süzülen heyecanını
    Güneşten bile eşit alamıyoruz payımızı
    Yağmurdan, rüzgârdan, kardan…
    Bir şehrayin gibi başımızın üzerinden
    Döne döne geçip gidiyor da mevsimler
    Kederinden başka bir şey düşmüyor payımıza.
    Öyle bir garip makine ki bu
    Ne bizsiz işliyor, ne bizden yana
    Bir karşı güce dönüşüyor ürettiğimiz ne varsa
    Elimizden çıktıktan sonra
    Bir sonsuz uzaklığa / akan bir yıldıza.
    Mutluluk bir kız gibi sakınıyor kendini
    Paranın güvenli korunaklarında
    Hiçbir yere gitmiyor.
    Kardeşler -diyordu- kardeşler
    Bir çocuk aklı bile yeter
    Görmek için bunları
    Bir çocuk cesareti, bir çocuk saflığı…
    Kaldırın başınızı…
    Kardeşler…
    bir çocuk…
    yarın…
    Unutmayın…
    susmayın…
    korkmayın…


    XIII

    İnsan ki anılardan bir buluttur
    Hayatın sonsuzluğa akıp giden göğünde
    Savruldukça çoğalır çözüldükçe birikir…
    Düşmeden son damlası toprağın rahmine
    Kim bilir kaç mevsim görür
    Kaç rüzgâr geçirir…


    XIV

    Ölümün de yetmedi kurtarmaya onları
    Adınla tutuldukları korkularından
    Yıllarca cesedinin üzerinde tepinip durdular.
    Konuştular konuştular konuştular…
    İnsan doğasının o en güzel
    O en yüce yetisini çirkinleştirdiler.
    Bir yanlışını alıp senin
    Yetersiz akıllarının ucuz kurnazlığı ile
    Binlerce doğrunun üzerini örttüler.
    Meydan meydan küfrettiler ardından
    İnandırmak için herkesi kendi yanlışlarına
    Yanıtı yasaklanmış sorular sordular.
    Ses geldikçe öfkelendiler
    Gelmedikçe kuşkulandılar
    Güçleriyle birlikte büyüdü korkuları
    En küçük sessizlikten bile ürker oldular.
    Kurtuluşu sana saldırmakta buldular
    Sana saldırdıkça rahatladı ruhları.
    Öyle ucuz ettiler ki her şeyi
    -Sözü, saygıyı, erdemi-
    Ölümü bile kirlettiler
    Ölümü bile kirlettiler…


    XV

    Ne mi yapıyoruz
    Bunca kuşatma ortasında
    -İçki sığınakları kadın bacakları hayal oyunları-
    İliştirip yavan bir günü iğdiş bir geceye
    Çırpınan istekler çözülen dirençler içinde
    Duygular düşünceler
    Dünyalar köreltiyoruz.
    Ne mi yapıyoruz
    Yitirmiş mihrabını zamanın mabedinde
    Bütün bir ülke
    Yanlış secdelerde eğil eğil
    Bunalıyoruz.


    XVI

    Resmini çizdiğin gibi duruyor kent
    Olanca akışına karşı hayatın
    Evler mevsimler ömürler boyunca
    Kimseler düşlerinin dışına çıkamadı.
    Güzelleştirmek için yürüyüşlerini insanların
    Ayakkabı boyuyor, o çocuklar yine
    Omuzlarında evlerin yollara sarkmış zayıflığı
    İnce bir eziklik sızıyor durdukları yerlere
    Elleriyle seslerinin tedirgin çatlaklarından
    Matlaşıyor mavisi tam burada resmin
    Dillerinde bir eski bildik rüzgârla
    Konuşuyor kendi merkezinde iki genç
    Saçları sözlerine karışmış
    Gülüşleri gamzelerinde düğümlü
    Balkıyıp duruyor yüzlerinde
    Yürek çarpıntılarından bir titrek hale.
    Hayatı kurtarıyor tam bu noktada
    Resmin arılaşmış mavisi
    Kadınlar porselen yün ve ruj satın alıyorlar
    Kadınlar durmadan bir şeyler satın alıyorlar
    Solgun dudaklarını bırakıp sırnaşık tezgâhlara
    Kirpik saç boya yedi renkli kokular
    Gün boyu mağazalarda devinen bir telaş
    Yıpranan yerlerini yeniliyor kadınlar
    Üstlerinde aldanışın uçuk sarısı
    Bir eksiği taşıyorlar çarşılardan evlere
    Senin renkler arasına sözcüklerle çektiğin
    O görünmez ince derin çizgide.
    Göğüsleri caddeye sarkmış bir sinema afişi
    Tutup bir adamı en zayıf yerinden içeri alıyor
    İçeri alıyor birahaneler sıkıntı yolcularını
    Camiler dünya kaçkını cennet düşçülerini…
    Yüzünde yalnızlık arması yayvan hüzünler
    Terli düş kokuları dinen telaşlar kapanan kapılarıyla
    Akşamı karşılıyor kent arabesk şarkılarda…
    Polis raporlarında asayiş berkemal
    Bir adam geçiyor günün ufkundan
    Günün ve umudun o kırılgan çizgisinden
    Bilge bir gülümsemeyle örterek bulanık görüntüleri
    Bir güven duygusu gibi rahat ve güzel
    Alnında mavi bir serinlik, beyaz bir ıslıkla dilinde…

    XVII

    Üstümde özlemin hareli giysileri
    Dönüşüm yitik bir cennete oldu

    Bunca olaydan, aradan sonra.
    Sokaklarında kimliksiz insanların
    Can incitip onur kırdığı
    Adı kirletilmiş bir kent karşıladı beni.
    Çarşısı yoksul, günleri tenha, insanı
    Bir korku bulutu yolların ucunda.
    Çamlığı gömmüş kirpiklerini göğsüne
    Ağaçları rüzgârından utanan bir mahzun koru.
    Suyu sisli, karı dalgın, duruşu
    Zamanın seyrine ayak bağı
    Bir kent karşıladı beni kuşkunun kuyularında
    Evleri içine çekilmekten küçük
    Evleri içine çekildikçe yenik…
    Ey adım adım ömrümü dokuyan toprak
    Ey onca uzaklardan incele incele
    Kalbime akan yollar
    Kim bu yabancılar sürmeli teninde senin
    Yürüdükçe hoyrat ayaklarıyla şiddetin
    Böyle külhan ve düşman
    Koynunda yadigâr koyduğum gençliğimi kanatan…
    Ben kimim
    Cesareti öğrendiğim kapılarda bugün
    Çocuğu önünde dövülmüş bir baba utancıyla
    Korkuya rehin, ordusu bozgun
    Yaralı, yalnız ve suskunum…
    Ey rüzgârın kenti, kentlerin talihsizi
    Silerse senin çocukların siler yine
    Alın çizgilerinden bu siyah derin eğriyi.

    XVIII

    Çok uzun gözlerinde gölgelendi özgürlüğüm
    Uzun bir suskunluğu konuştuk sessizce
    Yitik sularında gezdik bendi yıkık bir geçmişin
    Yandı dilimiz düne aklımız güne değdikçe
    Dudak uçlarında boğuk gecelerin çığlık izi
    Sarmaya çalıştık onur yaralarımızı kendimizce
    Ağladı mı ne, gözlerinde bir ara
    Gözleri kadar iri göller birikti gizlice
    Süzülüp sonra dalgınlığından usulca
    İndi bir kent meydanına o göller ince ince
    Utandım varlığımdan, sanki gizlisine
    İzinsiz girmişim gibi gizlice
    Döndük duygu bulutlarını bırakıp bir masada
    Düşsüz devinimsiz bir uyumsuz gerçeğe
    Çok uzun bir suskunluğu, buruksu
    Anlayıp konuştuk sessizce…

    XIX

    İnsan belleğinin ihanete varan unutuşu
    Ey yanlışı emziren kör meme
    Hayatın kaçınılmaz kusuru…
    Kapındayız işte koskoca bir geçmişle
    Ölüler diriler düşenler dövüşenler…
    Nicedir boşluğunda kimsesiz rüzgârların
    Acı çığlıklar attığı cansız alanlar
    Doğrular, yanlışlar…
    Bir gizli dil gibi öfkenin için için
    Derininde büyüdüğü dilsiz suskunluklar…
    Kalanlar, kaybedilenler
    Ne varsa, kapındayız işte
    Tutuşturmak üzere yeniden
    Zamanın küllenen yüreğini…
    Sun bize inancın duru pınarlarından
    Süzülen o eski tadını düşlerin;
    Ömrümüzün acemi dallarında
    O bir heyecanla telaş telaş açılan
    Don vurmuş tomurcuğunu geleceğin…
    Yaşamak ölümden üstün, acıdan büyük
    Ver bize çoşkusunu yeniden
    Sesimizi geri ver
    Sahipsiz kalmasın özgürlüğün türküleri
    Kardeşliğin paylaşmanın sevginin
    İnsanı çoğaltan o gönül zenginlikleri…
    Zoru seçiyoruz yeniden, inançla, inatla
    İyi, doğru ve güzel
    Ne varsa “büyük insanlık” adına
    Kapındayız işte bir daha
    Tarihsin sen
    İnsan emeği ve düşüyle yoğrulmuş
    Göster bize geleceğin yollarını…


    Bir Şiir sonrasında

    Ne sözcükler göverdi elimi değdiğim yerden
    Ne dilimden ezgiler döküldü durup dururken
    Onları ben bir bir doğurdum
    İnancın ağır yükü
    Ve bunlu baskınıyla acıların
    Çırpınan yüreğimden kıvranan beynimden…


    Şükrü Erbaş
    (1985-1986)

    YOLCULUK
    Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü 1987
     

Bu Sayfayı Paylaş