Namaz tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh ta'zîm ve şükrün ifadesidir. Namaz Kur'an'da doksandan fazla ayette zikredilir Âlem öyle nurlu bir sarmal içinde ki her an beş vaktin beşi de dünya içinde ayrı ayrı yerlerde yaşanabiliyor. O vakitlerin öyle güzel sırları var ki bize kulluğumuzu ve ahireti hatırlatıyor. Namaz Rabb’imizin “Celal”ine karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdis etmek “Kemal”ine karşı lâfzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tâzim etmek. “Cemal”ine karşı da kalben lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir. İbâdetin mânâsı da kulun Rabb’ine karşı kendi kusurunu acz ve fakirliğini görüp her şeyi elinde tutan Yüce Rabb’imizin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Her namaz vaktinde ruhumuzda canlanan şey tek ve sonsuz olanın O (cc) olduğudur bakî sermedî ebedî olan O’dur. Nurun kaynağı ebedi saadetlerin sahibi O’dur. Her namaz vaktinde zihnimizde bu duygular sümbüllenir. Başka bir kapı yoktur. Başımızda ecel kılıcı ensemizde Azrail’in (as) nefesi bulunmaktadır. Kabrimizi karanlıklar yurdu olmaktan çıkarıp Cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek olan şey imanımız amelimiz ve Rabb’imize olan muhabbetimizdir. Ümidimiz O’nun (cc) rızasına Habibi’nin (sas) şefaatine nail olmaktır. Bu yüzden her bir namaz vaktinde gizlenmiş sırlara vâkıf olmamız gerekir. Bediüzzaman Hazretleri namaz vakitlerini izah ederken gece ve gündüzlerin alemin büyük saatinde “saniyeler” senelerin “dakikalar” ortalama insan ömrünün “saatler” ve alemin hayat devirlerinin de “günler” hükmünde olduğunu belirtiyor. Yine bunların birbirine baktığını birbirine misal olduğunu birbirinin hükmünde olduklarını ve hatırlattıklarını ifade ediyor.
SABAH VAKTİ: Yepyeni bir başlangıçtır Sabah tatlı bir neş’edir. Mahmurluk perdesi altında alemde pırıl pırıl tecelli eden yaratılışa aynadır. İmsak vakti yani sabah namazı vaktinin girmesi yani şer’i günün başlayışıyla yepyeni bir hayat başlar. Her bir namaz vakti için bir saati göz önüne getirelim (dijital saati değil!). Akrep sabah namazı vaktini gösterdiğinde o an aynı zamanda bizim anne karnına düştüğümüz ânı yine kâinatın yaratıldığı 6 günden ilk günü ve yıl içindeki bahar mevsimini gösterir. Elimizi Allahü Ekber deyip kaldırdığımızda zihnimizde ana rahmindeki halimiz ve kâinatın Rahmetenlil Alemi’nin (s.a.s.) yüzü suyu hürmetine ve yine O’nun (s.a.s.) nurundan yaratılışı canlanır. Tesbih tahmid ve tekbirlerimiz hep o hale şükür içindir. -------------------------------------------------------------------------------- ÖĞLE VAKTİ: Gençlik ateşi ve Cehennem! Öğlenin şiddetli hararetinin başları yaktığı zaman yazın en sıcak dönemine insanda gençliğin söz dinlemeyen en ateşli çağına işaret eder. Yine öğlenin sıcağı bize hiçbir gölgenin bulunmayacağı mahşer gününü hatırlatır. Kainatın ömründe ise öğle vakti Hz. Âdem’in yeryüzüne iniş dönemine işaret eder. -------------------------------------------------------------------------------- İKİNDİ VAKTİ: Ömrün sonu ve sonbahar İkindi vakti güneşin renginin sarardığı batmaya meylettiği zamandır. İçinde sonbahar hüznünü de taşır. Yine insanoğlunun da artık saçlarına ak düşüp belinin yavaş yavaş bükülmeye başladığı dünya lezzetlerinin de “acılaşmaya” başladığı döneme işarettir. İkindi vakti insanoğlunun ve kainatın son dönemine de işaret eder. Yine son peygamber olan Efendimiz’in (s.a.s.) vazifeye başlamasıyla âlemin son sürece girişini de hatırlatır. Biz ikindi vaktini yaşarken az sonra güneşin batacağını yakında kendimizin ve kâinatın da öleceğini düşünürüz. İkindiyi eda edip de her şeyin batmaya doğru gittiğini görürken tek sığınılacak kapının Rabb’imiz ve O’nun Resulü’nün sünnet-i seniyyesi olduğunu tefekkür ederiz. -------------------------------------------------------------------------------- AKŞAM VAKTİ: Ölüm ve kıyamet ânı Artık gün batmıştır. Ferdi olarak imtihanımız bitmiş son nefesimizi vermişiz. Ne güneşte o cebbar yakıcılıktan ne de bizde küçük dağları ben yarattım havasından eser kalmıştır. Sonbahar gibi ikindinin tatlı serinliği geride kalmış güneş kaybolmuş hafif bir kızıllık dışında ondan hiçbir eser görünmüyor. Az sonra günle birlikte biz de karanlıklara karışmış olacağız. “Güneş katlanıp dürüldüğünde yıldızlar döküldüğünde dağlar yürütüldüğünde...” (Tekvir 81/1-3) ikazları kulaklarımızda çınlıyor. Akşam ezanı okunduğunda ve namaz için ellerimizi kaldırdığımızda sanki kendi cenaze namazımızla birlikte tüm kainatın cenaze namazını da kılıyor gibi oluruz. Önümüzdeki tabutta hem geride kalan gün hem sonbahar mevsimi hem kendi cesedimiz hem de tüm canlıların naaşı vardır. Bu namaz bu kadar hüzünlüdür. Artık geriye dönüş yoktur. Alem susmuş Sûr üfürülmüştür. Bütün diklenişler bütün ceberrutluklar son bulmuş müthiş bir sessizlik alemi kaplamış İlahi kader ânı beklenmektedir. Geriye dönüş artık mümkün değildir ve “keşke”ler “eyvah”lar dönemi başlamıştır. -------------------------------------------------------------------------------- YATSI VAKTİ: Büyük sessiz karanlık Artık geride kalan ne güne ne mevsimlerin tatlılığına ne de insan olarak “yaşadığımıza” dair hiçbir iz yok. Gündüzün ne sıcağı ne de ışığı kalmış. Bizim için de acı son gerçekleşmiş. Kimse kendi torunlarımız bile bizi hatırlamıyor çoğu ismimizi bile unutmuş. Hayat susmuş kainat dahi ölmüş. Toprağın üstündeki tüm cıvıltı kargaşa sona ermiş. Herkes hesap gününü bekliyor. İşte bu kadar karanlıklar içinde o geceyi ancak “teheccüd”ümüz aydınlatabilir bize yoldaş olabilir. O karanlıkları aydınlatacak yegane nur kaynağı odur. -------------------------------------------------------------------------------- İKİNCİ SABAH VAKTİ: Ba’sü ba’del mevt Yeni doğan güneş ise haşrin sabahını ihtar eder. Sur yeniden üfürülmüş ruhlar yeniden iade edilmiş milyarlarca insan haşir meydanında toplanacak ölüler yerden bitkiler gibi bitirilecek. İşte bu şuurla kılınan namazın kişiye faydası olur. “Desinler” “görsünler” için kılınan namazın kimseye faydası olmadığı gibi maalesef zararı da olacaktır. Evet şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar mâkul ve lâzım ve kat’î ise haşrin sabahı da berzahın baharı da o kesinliktedir. İşte bu beş vaktin her birinde bir mü’him inkılâp başındadır
Her şeyi yoktan var eden bizi insan olarak yaratan ve sayısız nimetlerle donatan Allah’a şükranda bulunmak teşekkür etmek en başta gelen insani görevimizdir. Allah’a şükretmek dil kalp ve bedenle olur. Şükrün bütün bu kısımlarını toplayan bir ibadet şekli vardır ki o da namazdır. Namaz alemlerin Rabbi olan Allah’a ibadet ve kulluğun tayin ve tespit olunmuş en mükemmel şeklidir. Namaz Allah Teâla’nın gördüğümüz görmediğimiz bildiğimiz bilmediğimiz bitmez tükenmez nimetler ve ihsanlarına karşı şükranlarımızı sunmaktır. Namaz işlediğimiz günahlardan arınmak işleyeceklerimizden de korunmak için kalbimiz dilimiz ve bütün varlığımızla yaptığımız kulluk görevidir. Namaz insanı günahlardan arındıran kötülüklerden alıkoyan ruhu temizleyip kalbi aydınlatan en güzel bir ibadettir. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Ey namaz ve önemi mutlak okuyun kitap’tan sana vahy olunanı oku. Namazı dosdoğru kıl muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkoyar. Allah’ı anmak ne büyük şeydir. Allah yaptıklarınızı bilir.” [1] Hud Suresinin 114. ayetinde ise mealen şöyle buyrulmaktadır: “Gündüzün iki ucunda (yani sabah öğle ve ikindi vakitlerinde) ve gecenin gündüze yakın zamanlarında (akşam ve yatsı vakitlerinde) namazı dosdoğru kıl doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu iyi düşünenlere bir öğüttür.”[2] Her namaz bir iyilik olduğuna göre namaz kılmaya devam eden bir mü’minin geçmişte işlemiş olduğu küçük günahlarının affedileceği ayet-i kerimeden anlaşılmaktadır. Hz. Osman’ın Resul-i Ekrem efendimizden rivayet ettiği bir hadis-i şerif ‘e göre: “Herhangi bir müslüman temizlenir usulüne göre abdest alarak beş vakit namazını kılarsa kıldığı bu namazlar iki namaz arasında işlemiş olduğu küçük günahlarına kefaret olur.”[3] Günde beş defa namaz kılmak kadın erkek her müslümanın üzerine farzdır. İnsan bu ibadeti yerine getirmek suretiyle gönlünü Allah’a bağlar. ”Beni anmak için namaz kıl” mealinde olan ayetin işaret ettiği sır ve hikmet budur.[4] Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de; Hz. Lokman’ın evladına; “Oğulcağızım namazını dosdoğru kıl”[5] diye öğüt verdiğini bildirmekte; “Hz. İsmail’i kavmine namaz kılmayı emrettiği için övmekte ve Hz. İsa’ın beşikte iken mucize olarak konuştuğunda yaşadığım müddetçe bana namaz ve zekatı emretti”[6] dediğini haber vermektedir. Bu ayetler göstermektedir ki namaz geçmiş ümmetlere de farz kılınmış bir ibadettir. Dînî bir görev olan namaz imanın işâreti kalbin ışığı ruhun kuvveti bedenin koruyucusu ve sevgili peygamberimizin ifadesiyle “Mü’minin mi’racıdır.”[7] Manevi bir yükselme ve mi’rac sırrına erme vesilesi olan namaz insanı ruhen ve ahlaken yükselten onu Allah’a yaklaştıran bir ibadettir. Bu amaçla abdest alıp seccadesinin başına gelen ve Allahü ekber diyerek Allah’ın huzuruna duran kul; önce “Sübhaneke” yi okur “Allahım hamd ederek seni tesbih ederim senin ismin mübarektir. Sen yüceler yücesisin sen’den başka ilah yoktur. Sonra “Eûzü billahi mine’ş-şeytanir-racim.” Şeytan’ın şerrinden sana sığınırım. Daha sonra da “Bismillahirrahmânirrâhim” Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla başlarım” der. İşte bütün bunlar Mirac merdiveninin birer basamağıdır. Kul artık manevi bir asansöre binmiştir. “Sen her şeyden münezzehsin Ya Rabbi! Hamd sana mahsustur. İsmin de mübarektir. Sen yüceler yücesisin teksin eşin ve benzerin yoktur. Bütün şerlerden sana sığınırım. Her güzel işe senin isminle başlarım yaptığım her işte senin rızanı ararım” diyerek derece derece yükselir. Böylece mânâ alemine doğru harekete geçmiş olan kul Fatiha suresini okumaya başlar. “Hamd alemlerin Rabbi rahmet ve merhameti sonsuz ve din gününün sahibi olan Allah’a mahsustur” mealindeki ayetleri okurken perdeler tamamen açılmış kul tam bu sırada huzura alınmıştır. İşte bu esnada kul “Allahım ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Diyerek ibadet ve ubudiyetini Rabbine arz eder. Muhtaç olduğu yardımı yine Rabbinden isteyerek şöyle der. “Ya Rabbi! Yalnız senin huzurunda eğilir alnımı secdelere korum. Senden başkasına asla kul köle olmam Ya Rabbi muhtaç olduğum yardımı da yalnız senden isterim. Gerçek manada yardım eden sensin her şey senin iradene bağlıdır senden medet olmadıkça hiçbir kimse bana yardım edemez. Allahım bizi doğru yola ni’metine erdirdiğin kimselerin gazaba uğramayanların sapmayanların yoluna eriştir.”der[8] Arz-u halinin sonunda bir mühür mesabesinde olan “AMİN” kelimesini söyler. Fatihadan sonra bir sûre veya en az üç ayet okumak suretiyle ayakta durmayı tamamlayan kul ruku’a varır. Üç defa “Sübhane Rabbiye’l-azîm” Büyük rabbimi tesbih ederim. Daha sonra secdeye varıp üç defa “Sübhane rabiye’l Â’lâ “ Yüce Rabbimi tesbih ederim. Diyerek Rabbine mülâki olur. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde; “Secde et ve Allah’a yaklaş”[9] buyurarak mânâ âlemine yükselmenin ve Allah’a yaklaşmanın yolunun namazdan namazın secdesinden geçtiğini bildirmektedir. Bu şekilde kılınan namaz Allah’ın rızasını kazanmaya ve cennet mutluluğuna ulaşmaya vesile olur. Resullah efendimiz veda haccında okuduğu hutbelerinde ashabına hitaben “Allah’tan korkunuz beş vakit namazınızı kılınız orucunuzu tutunuz mallarınızın zekatını veriniz. Emir sahiplerine itaat ediniz bunları yaparsanız Rabbinizin cennetine giresiniz.”[10] Buyurmuşlardır. Yine sevgili peygamberimiz bir gün etrafındaki ashabına: “Altı konuda bana söz verin ben de sizin cennete girmenize kefil olayım“ Buyurduklarında; Eshap: “Ey Allah’ın Resulü onlar nelerdir? Dediler. Resulü Ekrem Efendimiz: “Namaz zekat ve emanete riayet nefsi zinadan mideyi haramdan dili kötü sözlerden korumaktır.” Cevabını verdiler.[11] Yüce Allah namaz kılan kulları için ebedi mutluluk yurdu olan cennetler hazırladığını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “İnanıp yararlı işler işleyenlerin namaz kılıp zekat verenlerin Rabb’leri katında ecirleri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [12] Ne mutlu Allah’ın buyruklarına uyanlara. Ne mutlu cennete girip Rabbi’nin rızasına ulaşanlara.
NAMAZ KILMAYANIN HALİ Dünyada çekeceği azaplar: 1- Namaz kılmayanın ömründe bereket olmaz. 2- ALLAHü teâlânın sevdiği kimselerin güzelliği sevimliliği kendine kalmaz. 3- Hiçbir iyiliğine sevap verilmez. 4- Duâları kabûl olmaz. 5- Onu kimse sevmez. 6- Müslümanların birbirlerine yaptıkları iyi duâlarının buna fâidesi olmaz. Ölürken çekeceği azaplar: 1- Zelîl kötü çirkin can verir. 2- Aç olarak ölür. 3- Çok su içse de susuzluk acısı ile ölür. Mezarda çekeceği acılar: 1- Kabir onu sıkar. Kemikleri birbirine geçer. 2- Kabri Cehennem ateşi ile doldurulur. Gece gündüz onu yakar. Cehennem ateşi dünya ateşine benzemez. 3- ALLAHü teâlâ kabrine çok büyük yılan gönderir. Dünya yılanlarına benzemez. Hergün her namaz vaktinde onu sokar. Bir an bırakmaz. Kıyâmette çekeceği azaplar: 1- Cehenneme sürükleyen azap melekleri yanından ayrılmaz. 2- ALLAHü teâlâ onu kızgın olarak karşılar. 3- Hesâbı çok çetin olup Cehenneme atılır.) Namaz kılmayanın ömründe bereket olmaz. Ömründe hayır ve menfaat görmez. Ömrü çeşitli hastalıklarla sıkıntılarla geçer. Ma'nevî huzûru olmaz. Sahip olduğu dünyalıklar onu rûhî sıkıntıdan kurtaramaz.
namazı nasıl sevdirebilirim? namazı nasıl sevdirebilirim? namaz ve önemi mutlak okuyun Bir insana namazı sevdirmek için neler yapmalıyım? öyle bir davranış veya söz Allahın izniyle etkilemeli ki her vakit o aklına gelmeli. bana yol gösterebilir misiniz? Namaz konusunda tembel davranmamızda ve onu zevk ile kılmamıza mani olan bazı nedenler vardır: 1- Günah ve isyanlarımız 2- İmanın taklidi olması 3- İbadetleri kime karşı işlediğimiz tam olarak bilmemek 4- Namaz ve ibadetlerin bizim fıtri vazifemiz olduğunu bilmemek ve bir yük olarak görmek 5- Namazla bütün mahlukatın yaptığı vazifelerin tamama erdiğinden gafil olmak 6- Namaz kıldığımız vakit mevcudatın bizden razı olduğunu bilmemek Allah'ımız bizi yoktan var etti. Taş olabilirdik ağaç veya hayvan olabilirdik. Hattâ bir canavar da olabilirdik. Fakat insan olarak yaratıldık. Bunun yanında Hıristiyan Yahudi veya Budist de olabilirdik. Ama Müslüman olduk. Bu nimetler ilk anda aklımıza gelmeyebiliyor. Daha bunlar gibi düşünemediğimiz o kadar nimetler var ki saymakla bitmez. Bize bir kalem hediye edene teşekkür ediyoruz bir kitap verene minnet duyuyoruz. Çünkü bunu insanlığın ve nezaketin gereği olarak yapıyoruz. Ya bize bu kadar nimetleri verene teşekkür etmek minnet duymak gerekmez mi? İşte namaz en büyük şükür en açık teşekkürdür. Namaza bütün vücudumuzla katılıyoruz: Elimiz ayağımız gözümüz dilimiz başımız; aklımız kalbimiz hayalimiz bütün duygularımızla... Böylece bütün bu organ ve duygularımızla Allah'ımıza şükrümüzü iletmiş oluyoruz. Namaz kılmayan insan böyle bir teşekkürü bile yapmıyor. Milyarlar verse elde edemeyeceği nimetlere sahip olmanın değerini fark edemiyor. Allah göstermesin gözümüzün birisini kaybet sek dünyanın parasını harcasak yerine aynısını koyabilir miyiz? Bir kaza sonunda dilimizi kaybetsek fakat bütün dünyanın yarısını versek bir dil bulabilir miyiz? İnsan olarak her şeye sahip olmak istiyoruz. Dünyada ne varsa bizde de aynısının bulunmasını arzu ediyoruz. İhtiyaçlarımız o kadar çok ki... Sadece bu dünya ile de yetinmiyoruz. Sonsuz bir hayat istiyoruz Cenneti istiyoruz Peygamberimizle birlikte olmayı diliyoruz. Bunları elde etmeye gücümüz yetmeyeceğine göre kimden isteyeceğiz? Her halde bu dünyayı yıldızlan gökleri ve âhireti var edenden isteyeceğiz. Onu istemenin de yolu Allah'ı kendimize sevdirmekle olur. Kendimize Allah'a sevdirmenin en iyi yolu da Onun huzurunda her gün beş defa eğilmek secdeye varmakladır. Böylece namaz kılmakla Rabbimizin huzuruna çıkmış oluyoruz. İçimize sevinç doluyor neşe doluyor ve mutluluk doluyor. Kendimizi uçacakmış gibi hissediyoruz; tatlı bir heyecan duyuyoruz. Nasıl heyecan duymayız ki? Bir müdürün bir valinin bir bakanın karşısına çıkınca kendimizde nasıl bir sevinç ve heyecan hissediyoruz. Oysa namazda müdürün de valinin de bakanın da; hattâ bütün kâinatın Yaratıcısının huzuruna çıkıyoruz. Böyle bir mutluluğu kaçırmak ister miyiz hiç? Acıkınca yemek yiyoruz susayınca su içiyoruz uykumuz gelince uyuyoruz. Böylece o ihtiyaçları gideriyoruz. Ama insan sadece ağız ve mideden ibaret değil ki... Aklımız var düşünüyoruz kalbimiz var duygular taşıyoruz ruhumuz var sonsuz bir hayatı istiyoruz. Aklımızın kalbimizin ruhumuzun ihtiyaçlarını nelerle karşılayacağız; hangi gıda vererek bu latifelerimizi doyuracağız? İşte aklımızın gıdası kalbimizin ihtiyacı ruhumuzun rahatı ancak el bağlayıp namaza durmakla temin edilmiş olur. Namaz kılmakla hem maddeten hem de manen temizlenmiş oluyoruz. Abdest almakla maddi temizliği yapıyoruz; namaza durmakla da günah ve hatalarımızın kirlerinden arınıyoruz. Peygamber Efendimizle Sahabiler arasında geçen şu kısa konuşma bu meseleyi çok güzel bir şekilde açıklıyor. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Sahabilere sordu: "Ne dersiniz? Birinizin kapısı önünde bir ırmak bulunsa o kimse o ırmakta günde beş defa yıkansa vücudunda kirden iz kalır mı?" Sahabiler cevap verdiler: "Hiçbir kir kalmaz yâ Resulallah." O zaman Peygamberimiz şöyle buyurdu: "İşte beş vakit namaz da buna benzer. Allah namaz sayesinde günahları siler temizler." Namazdaki asıl temizlik manevî olanıdır. Ruhumuzun ve kalbimizin sık sık temizlenmesine ihtiyaç vardır. Çünkü el ayak gibi organlarımız nasıl çeşitli sebeplerle kire toza toprağa bulanıyorsa insanlık icabı işlediğimiz çeşitli günah ve kusurlar sebebiyle ruhumuz da manevî kirlere bulanmaktadır. Ama insan ruhunu ve kalbini tutup suya sokamaz. Onun da kendine göre bir yıkama usulü vardır. Bunun yıkanması namazla olur. Namaz kılmaya alışmamış olan kimseler bu ezikliği hafifletecek sebepler ararlar. Namaz kılanlarda gördüğü kusurları büyüterek onların da kendisi gibi kusurlu olduklarını dolayısıyla aralarında pek büyük bir fark olmadığını düşünmeye başlarlar. Kendi kusurunu küçültür namaz kılanın küçücük bir kusurunu büyütür hatta "Kalbim temiz!" gibi bahanelerle kendisinin daha üstün durumda olduğunu dahi iddia etmeye başlar. Aslında insan olarak hiç kimse kusur ve günahlardan arınmış değildir. İbadetlerinde devamlı olan kimsenin bile kendisine göre bazı kusurları olacaktır. Ne var ki işledikleri kötülükler bakımından insanlar arasında bir karşılaştırma yapılsa namaz kılanların bu konuda daha geride kaldığı görülür. Evet sigara içmeyenlerde akciğer kanseri görülür; ama içen kimselerin bu hastalığa yakalanma ihtimali daha fazladır. Bunun gibi her gün beş defa Rabbini hatırlayarak Onun huzuruna çıkan bir kimsenin kötülük yapma ihtimali ile Rabbini ancak başı derde düştüğü zaman hatırlayan bir kimsenin kötülük işleme ihtimali arasında büyük bir fark olacaktır. Ayrıca namaz insanı kötülüklerden alıkoyan Kur'ân-ı Kerimde bu mesele şöyle anlatılıyor. "Sana vahyedilen kitabı oku. Namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek elbette en büyük ibadettir. Ne yaparsanız Allah hakkıyla bilendir." Mehmed Paksu Gençlik İlmihali Nesil yayınları 1999 ss. 83-86. __________________________________________________ _________________________ Bana göre inancı ve imanı zayıf olan bir yakımı dine ve doğruluğa yöneltmek için ne yapabilirim.Gittikçe kötüye giden ve güvenilmeyen bir karaktere sahip biri.Din ile ilgili konuları anlattığımda kaçıyor dini bir kanal açıyorum değiştiriyor.Bu kişinin bir idrak vaktimi vardır.Ne yapabilirim nereden başlamalıyım. "Habîbim! İnsanları rabb-i teâlânın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) dâvet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddimelerle mülâyim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki dâvetin hüsn-i tesir hâsıl etsin)." (Nahl Sûresi 125) Peygamberimiz bu ve benzeri ayetleri örnek alarak müminleri ilim ve hikmetle irşat eder bu irşadını delillere dayandırırdı. İrşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu. Doğruyu ve gerçeği anlatmakta daima tatlı dili güzel sözü tercih ederdi. Zihinlerde meydana gelen şüphe ve tereddütleri büyük bir sabır ve anlayışla giderirdi. Muhataplarına itibar eder ve onları ikna etmek için fesahat ve belâgatla tane tane konuşurdu. Sorulan sualler yersiz de olsa tebessümle karşılar ciddiye alırdı. Vaaz ve nasihatlerindeki tesirin en büyük bir sebebi de insanların kusurlarını bağışlayıp onları affetmesiydi. Hattâ en çok sevdiği amcasını ve daha birçok akraba ve sahabelerini şehit eden ve ettirenleri Mekkenin fethi sırasında affetmişti. Hâlbuki o gün bütün güç ve kuvvet elindeydi. Onları dilediği gibi cezalandırabilirdi. İşte böyle büyük ve yüksek seciyelerle etrafındaki insanların ruhlarına tesir etti ve onların nüve halindeki kabiliyet ve yeteneklerini uyandırdı inkişaf ettirdi. Onları insanlık semâsının birer yıldızı haline getirdi. O asrı perdeleyen cehalet sislerini kaldırdı. Âlemin şeklini değiştirdi. İnsanlar arasında adalet muhabbet yardımlaşma gibi yüksek seciyeleri hayata geçirdi. Kişisel ve sosyal hayatı tehdit eden bütün hastalıklara karşı şifalı ilâçlar getirdi ve Allahın izniyle insanlık âlemini tedavi etti. Tebliğ mesleğinin yolu “Acz fakr şefkat ve tefekkür” yoludur. Bu dâvâ iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti nefsin şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı. Bir insan bu yüksek ideali bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde ilk yapacağı şey bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır. Acz ve fakr kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken mealen “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır dünyevî olsun uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler. Üçüncü adım kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak. Ve dördüncü adım bu işi hikmet dairesinde yürütmek. Millî şairimiz Merhum Mehmet Âkifimizin “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı. Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal Risale-i Nur Külliyatında kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında ancak hem akla hem de kalbe hitab eden dâvâsını hem sevdiren hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da. Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder. Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz. Her müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz: “Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle gücünüz yetmezse dilinizle ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” buyuruluyor. Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela yolda bir kötülük görsek onu elimizle düzeltmeye kalksak ve o kişiye zarar versek o adam da davacı olsa bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız? El ile düzeltmek vazifeli insanların yani devletin ve emniyetin görevi dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi kalben buğz etmek ise diğerlerinindir. Bu nedenle bir Müslüman önce İslamı hakkıyla yaşamalıdır. Sonra eğer zarar vermeyecekse uygun ve tatlı bir dille anlatmalıdır. Bundan sonrasını da Allaha bırakmalıdır. Nasıl ki ağaç yetiştirmek isteyen bir kimse şu konulara dikkat eder: Tohum ıslah edilmiş tarla ekime elverişli mevsim ekim zamanı ve ekenin de sahasında uzman olması şarttır. Bu açıdan bozuk bir tohumu sert ve elverişsiz bir tarlaya uygun olmayan bir mevsimde hiç ekimden anlamayan bir kimsenin yapması her şeyin boşa gitmesine neden olacaktır. Bu özeliklere sahip olan bir bahçıvan görevini yaptıktan sonra tarladan çiçeklerin ve güllerin çıkması için tarlanın içine girmeye ve onu ağaç yapmaya kalkışmaz. Üzerine düşeni yapar ve sonucu Allah’a bırakır. Aynen bunun gibi doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşamak ve anlatmak gerekir. İslama uygun olmayan düşünce ve fikirleri İslam diye anlatmak hem İslama hem anlatana hem de anlatılana zarar verecektir. İslam ve iman tohumlarının atıldığı muhtaç gönüllerin de ona hazır olması gerekir. Henüz bunlara hazır olmayanlara anlatmak bazen zarar bile verebilmektedir. Ayrıca tebliğin mevsimi de çok önemlidir. Ortam şahsın halet-i ruhiyesi beklentileri gibi durumlar da önemlidir. Mevsiminde ekilmeyen her tohum zayi olabilir. Diğer taraftan islamı tebliğ eden kimsenin de onu nasıl anlatacağını kırmadan dökmeden uygun bir ifade tarzıyla akıl kalp ve gönüllere nasıl serpileceğini bilecek donanıma sahip olmalıdır. Uzaman bir doktor gibi ehil olmalıdır. Bu özelliklere sahip olan bir Müslüman üzerine düşenleri yaptıktan sonra o gönüllerde iman ve İslam güllerinin açılmasını Allah’a bırakır Allah’ın vazifesine karışmaz.