Peygamberlerimizin Tarihi

'Din ve İslam' forumunda ...... tarafından 6 Ağu 2009 tarihinde açılan konu

Konu etiketleri:
  1. ......

    ...... Misafir



    Hz. HIZIR (a.s)

    Hz. Mûsâ döneminde yasamis ve peygamber olmasi kuvvetle muhtemel hikmet ve ilim sahibi bir sahsiyet.
    Kur'ân-i Kerîm'de Hizir (a.s.)'in isminden açikça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kissadan "Katimizdan kendisine bir rahmet verdigimiz ve kendisine ilim ögrettigimiz kullarimizdan bir kul..." (18/65) diye sözü edilen sahsin Hizir (a.s.) oldugu anlasilmaktadir. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh hadislerde bu sahsin Hizir oldugu açikça belirtilmistir (bk. Buhârî ilm 16 44 Tefsîru'l-Kur'ân Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim Fedâil 170-174).

    Bu rivayetlere göre bir gün Hz. Mûsâ isrâil ogullari arasinda vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadigi sorulmustu. Hz. Musâ: "Hayir yoktur!" diye cevap verince Cenâb-i Hak bir vahiyle Hz. Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavusum yerinde) kullarindan salih bir kul olan el-Hadir (Hizir)'in kendisinden daha âlim oldugunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanli ile Hizir'i bulmak üzere uzun bir yolculuga çikti. ikisi iki denizin birlestigi yere ulasinca yolculukta yemek üzere azik olarak yanlarina aldiklari baliklarini unutmuslardi ve balik bir delikten kayip denizi boylamisti. Hz. Mûsâ oradan bir süre uzaklastiktan sonra yemek için delikanlidan baligi çikarmasini istedigi zaman baligin denize dalip kayboldugunu fârkettiler. Hz. Mûsâ'nin Hizir'i bulmasinin alâmeti bu baligin kaybolmasi oldugundan derhal oraya geri döndüler ve orada Hizir (a.s.)'i buldular. Bundan sonra Hz. Mûsâ'nin Hizir ile Kehf Sûresi 66-82. âyetlerinde anlatilan yolculugu basladi.

    Hz. Mûsâ'nin yolculugunda azik olarak tasidigi baligin Mecme'u'l-Bahreyn'de denize dalip kaybolmasi bazi rivayetlerde ve çesitli islâm milletlerinin folklorunda bu arada Türk folklorunda da bu suyun âb-i hayat oldugu ölüleri bile canlandiran içenleri ölümsüzlestiren bir hayat iksiri oldugu seklinde izah olunmus burada baligin canlanip denize dalmasi meselesinde bir peygamberin hayatinin ve Cenâb-i Hakk'in kudretinin söz konusu oldugu unutulmustur. Buna bagli olarak Mecme'u'l-Bahreyn bölgesinde yasayan birisi olarak Hizir (a.s.)'a da ölümsüzlük isnâd edilmis ve kendisine beser üstü güçler ve yetkiler verilmistir.

    Hizir aleyhisselâma verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek için Musa (a.s.) ile olan yolculugunu Kur'ân-i Kerîm kisaca söyle anlatir: Hizir (a.s.) yolculukta karsilasacaklari olaylara Musa peygamberin sabredemeyecegini kendisine hatirlatmis ve O'ndan sabir için söz almistir (el-Kehf18/66-70). Önce deniz sahilinde yolculuk için bir gemiye binmislerdi. Hizir (a.s.) bir balta ile gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek zorunda kalmistir. Musa (a.s.) sabredemeyip söyle demistir: "Gemiyi yolcularini bogmak için mi deldin? Dogrusu çok kötü bir is yaptin" (el-Kehf; 18/71). Yolculugun sonunda ilk bakista görünmeyen ve perde arkasi bilgi niteligindeki sebebi Hizir (a.s.) söyle belirtir: "O deldigim gemi denizde çalisan birkaç yoksulundu. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuga devam ederse ileride her saglam gemiye el koyan bir kral (deniz korsanlari) vardir" (el-Kehf 18/79). Yolculuk sirasinda diger çocuklarla oynamakta olan bir çocugu öldürdü. Musa (a.s.): "Kisas olmadan masum bir cana nasil kiyarsin? Dogrusu çok kötü bir is yaptim dedi" (el-Kehf18/74). Küçük çocugun bu erken yasta vefat ettirilme sebebi Hizir (a.s.) tarafindan söyle açiklandi: "Öldürdügüm erkek çocuga gelince; onun anne ve babasi mü'min kimselerdi. ileride onlari isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik ki Rableri bu ölen çocuk yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin" (el-Kehf 18/8081). Burada Cenâbi Hak'kin anne-babanin hayirli kimseler olmasi sebebiyle ileride kendilerini üzecek büyük sikintilara sokacak bir çocugu erken yasta vefat ettirip onun yerine daha hayirli bir evladin verilmesinin gerçekte o aile için " hayir" olduguna isaret ediliyor.

    Yolculugun üçüncü merhalesi Kur'an'da söyle anlatilir: "Musa ve salih kul yollarina devam ettiler. Sonunda bir köye varip halkindan yiyecek istediler. Halk ise onlari misafir etmek istemedi. Musa ve salih kul orada yikilmak üzere olan bir duvar gördüler Salih kul hemen onu dogrultuverdi. Bunun üzerine Musa: "isteseydin buna karsilik bir ücret alirdin dedi. Salih kul söyle dedi: iste bu seninle benim aramizin ayrilmasi demektir. Sabredemedigin seylerin içyüzünü sana anlatacagim" (el-Kehf 18/7778). Evi ücretsiz tamir etmesini salih kul (hizir) söyle açiklar: "Bu ev sehirde iki yetim çocugun idi. Duvarin altinda kendilerine ait bir hazine vardi. Bunlarin babalari salih bir kimseydi. Rabbin onlarin rüstlerine erip hazinelerini bizzat kendilerinin çikarmalarini istedi. Bu Rabbinden bir rahmettir. Ben bunlari kendiligimden degil Allâh'in emriyle yaptim. iste sabredemedigin seylerin içyüzü budur" (Kehf 18/82).

    Bu hikmetlerle dolu yolculuktan insanlarin günlük hayatta karsilastiklari bir takim olaylarin bazan büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asil perde arkasinin bulundugu anlasilmaktadir. Bazan ser olarak görülen olaylarin arkasindan büyük hayirlarin ortaya çiktigi görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde söyle buyurulur: "Hosumuza gitmedigi halde savasmak size farz kilindi. Belki de hosumuza gitmeyen bir sey sizin için daha hayirlidir. belki hosunuza giden bir sey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz (el Bakara 2/216). "... Eger karilarinizdan hoslanmiyorsaniz. olabilir ki hosunuza gitmeyen bir seyde Allah sizin için çok hayir takdir etmistir. " (en-Nîsâ 4/19). Rasûlullah (s.a.s.) Hizir (a.s.)'in ilmiyle ilgili olarak gemi yolculugu sirasindaki bir konusmayi söyle nakleder: "Bir serçe denizden gagasiyla su alip gemiye konmustu. Hizir (a.s.) bunu Hz. Musa'ya göstererek söyle dedi: Allâh'in ilmi yaninda benim ve senin ilmin su serçenin denizden eksilttigi su kadar bir seydir" (Buhârî ilm 44 (el-Enbiyâ 27 Tefsîru Sûre 18/2; Müslim Fezâil 180; Ahmet b. Hanbel Müsned II 311 V 118; bilgi için bk. Ibn Kesîr Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm istanbul 1985 V172-185). ​
     
  2. ......

    ...... Misafir


    HZ. NUH (S.A.)

    1.Hz. Nuh hakkinda genel bilgiler
    Nuh aleyhisselam Idris aleyhisselam'dan sonra gelen peygamberdir. Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine « Ülü'l-azm » (azm edilen) denilen alti peygamberden ikincisidir (Bu alti büyük peygamber sunlardir: Hz. Adem Hz. Nuh Hz. Ibrahim Hz. Musa Hz. Isa ve peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) M.K.) . Bunun nedeni kavminin Nuh tufani diye adlandirilan gazap ile cezalandirilmalarindandir.
    2.Hz. Nuh'un hayati
    Hz. Nuh Idris aleyhisselamin göge cikarildiktan sonra azan insanlara peygamber olarak gönderildi. Insanlar putlara tapmaya basladi. Cenab-i Hak bunun icin Nuh aleyhisselami peygamber olarak gönderdi. O zaman 50 yasinda idi. Yillarca insanlari dine davet etti putlara tapinmaktan sakindirdi ve Allahü Tealaya ibadet etmelerini söyledi. Ama Nuh aleyhisselama kendi oglu Yam yani Ken'an bile iman etmedi hatta alaya alip iskence ettiler: « Andolsun ki Nuh'u elci olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim ! Allah'a kulluk edin sizin ondan baska tanriniz yoktur. Dogrusu ben üstünüze gelecek büyük bir günün azabindan korkuyorum » (A'raf 59) . Nuh aleyhisselam insanlarin davetine icabet etmedikleri icin onlara beddua etti:« (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak saskinliklarini artir » (Nuh 24) . Allahü Teala da bundan sonra Nuh aleyhisselam gemi yapmasini emretti: « Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarinca gemiyi yap ve zulmedenler hakkinda bana (bir sey) söyleme ! Onlar mutlaka bogulacaklardir ! » (Hud 37) . Gemi bitince tufan oldu (denizler tasti ve her taraf su oldu). Nuh aleyhisselam sayisi 80 kisi kadar olan mü'minler ile 3 katli olan gemiye bindi. Nuh aleyhisselam gemiye her hayvandan birer cift aldi. Oglu Ken'an'i da gemiye almak istedi ama o "Beni sudan koruyacak bir daga siginacagim" dedi gemiye binmedi ve hemen bir dalga onu alip bogdu. Allah Teala da Nuh aleyhisselamin bu oglu hakkinda af dilemesine karsilik: « (...) Ey Nuh ! O asla senin ailenden degildir. Cünkü onun yaptigi kötü bir istir. O halde hakkinda bilgin olmayan bir seyi benden isteme.(...) » (Hud 46) buyurdu. Sular daglari asti insanlar ve hayvanlar telef oldu. 150 gün gectikten sonra Allahü Teala: « Yere suyunu cek; göge: ey gök sen de yagmurunu tut » buyurdu ve bunun üzerine yagmur durdu sular cekildi. Gemi Irak'taki Cudi dagina oturdu. Hz. Nuh'a inanip kurtulan insanlar ac olduklari ve dagda yiyecek olmadigi icin Nuh aleyhisselamin emri üzerine ellerinde olan bütün yiyecekleri birlestirdiler ve böylece ilk defa Asure yemegini yaptilar. Insanlar Nuh aleyhisselamin 3 oglu Sam Ham ve Yafes'ten türedigi icin Hz. Nuh'a ikinci Adem de denir. Nuh aleyhisselamin 1000 yasinda vefat ettigi söyleniyor ama Kur'an-i Kerim'de : « Andolsun ki biz Nuh'u kavmine gönderdik de o 1000 yildan 50 yil eksik bir süre yanlarinda kaldi.(...) » (El-Ankebut 14) geciyor. . Hz. Nuh gemicilerin ve marangozlarin piri sayilir cünki bu isleri Allah'in ihsaniyla ilk defa o yapmistir.

    3. Nuh suresi
    Nuh suresi Mekke'de nazil olup 28 ayettir. Hatt-i Osman'a göre 71. suredir. Nuh aleyhisselamin kavmine gönderilisini ve Nuh tufanini anlattigi icin sureye bu ad verilmistir. Peygamberimiz (s.a.v)'de Hz. Nuh hakkinda: « Nuh (aleyhisselam) 'Bismillah' ve 'Elhamdülillah' demeden büyük olsun kücük olsun herhangi bir is yapmazdi. Bu sebeple Allahü Teala onu 'Cok sükredici bir kul' olarak isimlendirdi » (Taberani; Ibn-i Cebir) buyurdu. Bediüzzaman Said Nursi de Nuh tufani hakkinda sunlari yazmistir: « Padisah-i bimisal kavm-i Nuh'un mahvi icin semavat ve arza emir vermis. Vazifelerini yaptiktan sonra ferman ediyor: " Ey arz! Suyunu yut. Ey sema! Dur isin bitti. Su cekildi. Dagin basinda me'mur-u Ilahinin cadir vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarini buldular." Iste su uslubun ulviyetine bak. " Zemin ve gök iki muti' asker gibi emir dinler itaat ederler " diyor. Iste su uslub isaret eder ki insanin isyanindan kainat kiziyor. Semâvat ve arz hiddete geliyorlar. Ve su isaretle der ki: " Yer ve gök iki muti asker gibi emirlerine bakar bir Zata isyan edilmez edilmemeli..." »

    4.Hz. Nuh'un evladlarina vasiyeti
    « Bunlardan (ilk) ikisini birakmayiniz ikisini de hazer ediniz (yapmayiniz) 1. La ilahe illallah
    2. Subhanallah vebi hamdihiy'dir
    3. Gavurluktan (sakinin)
    4. Kibir ('den sizi nehyederim) » ​
     
  3. ......

    ...... Misafir



    HZ. HUD (S.A.)

    Hz. Hud Yemen'de bulunan Ad kavmine gönderilen peygamberdir: «Ad kavmine de kardesleri Hud'u (gönderdik). (...) » . Nuh aleyhisselamin oglu Sam'in neslindendir. Bir ismi de Abir olup lakabi Nebiyyullahtir. Hz.Hud'un ismi (veya nesebi) hakkinda 2 rivayet vardir:
    Hud bin Abdullah bin Riyah (veya Ribah) bin Él-Halud bin Ad bin Avs bin Irem bin Sam bin Nuh

    Hud ibni Salih ibni Erfahd ibni Sam ibni Nuh ibni Ebi Ad'dir.

    Yemen'de Aden ile Umman (Oman) arasinda bulunan Ahkaf diyarinda Hz. Hud dogup büyüdü. Cocukluktan itibaren Allah'a ibadet ederdi. Ara sira ticaret yapan Hz. Hud gayet sefkatli ve cok cömert idi. Kavmi (Ad) bolluk ve bereket icinde ve gösterisli binalar yaparak azmistir. Bütün nimetleri kendilerine veren Allah'i unutan Ad kavmi putlara tapmaya basladi. Hud aleyhisselam bu kavme peygamber olarak gönderildi ve Hz. Hud Nuh aleyhisselamin bildirdigi dinin esaslarini Ad kavmine bildirdi: «(...) O dedi ki: " Ey kavmim ! Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan baska tanriniz yoktur. Hala sakinmiyacak misiniz ? » . Allah'a itaat edip Ona ibadet etmelerini söyledi. Allah "onlara putlara tapmaktan zulüm etmekten vazgecmeleri insanlara merhametli olup onlara eziyet etmemeleri insanlari sasirtmak maksadiyla yollara aldatici isaretler ( Ad kavmi yolculari sasirtmak ve onlarin cölde kaybolup gitmelerine gülmek (alay etmek) icin yollara yanlis isaretler koyarlardi M.K.) koymamalari insanlarla alay etmemeleri onlari öldürüp mallarini soymamalarini ve bütün varligi yaratan bir olan Allah'a ibadet etmeleri icin nasihatte bulunmak " üzere Hud aleyhisselami Ad kavmine yolladi. Ne yazik ki bircok kabileler gibi Ad kavmi de peygamberine karsi geldi: « Kavminden ileri gelen kafirler dediler ki: Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik icinde görüyoruz ve gercekten seni yalancilardan saniyoruz » . Hud aleyhisselam onlari Allah'in azabi ile korkuttu ise de pek az kisi iman etti. Ama Hud aleyhisselam yelmedi ve imana davet etmeye devam etti: « Ey kavmim ! Rabbinizden bagis dileyin; sonra da O'na tevbe edin ki üzerinize gögü (yagmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsin. Günah isleyerek (Allah'tan) yüz cevirmeyin » . Kavmi ise ona hakaret etti hatta kendinden gecinceye kadar onu dövdü. Bu - alcakca - dövme olayi da Sadad isimli Ad kavminin en zengini ve böylece bunlarin basinin (emir): " Ey Hud ! Bu söylenenleri duymadin mi ? Iste ben Avc'i kendime vekil tayin sectim. Benim namima senin Allah'ina cenk (savas harp; M.K.) edecek hadi sür senin Allah'ini " söylemesinden sonra vukuu buldu. Hud aleyhisselam da bunun üzerine kavmine biraz da aciyarak: « Ey Yüce Rabbim ! Sen bana en büyük isyani göstermis olan bu Ad kavmine karsi artik acimasiz davran. Onlari cezalarinin en büyügü ile cezalandir. Senden bunu diliyorum » diye beddua etti. Hz. Hud kavminin islah olmayacagini anlayinca: « Ya Rabbi ! Sen her seyi biliyorsun. Ben onlara peygamberligimi bildirdim. Ey Rabbim ! Onlara ders almalarina vesile olacak bir musibet ver » diye beddua etti. Hud aleyhisselamin duasini kabul eden Allahü Teala Ad kavmine önce kuraklik kitlik musibetini verdi: 3 sene müddetce hic yagmur yagmadi. Akan pinarlar kuruyup agaclar meyveler sararip soldu. Hayvanlar susuzluktan telef (ölecek kadar zayifladi; M.K.) oldu. Bikmayan Hud aleyhisselam onlari imana davetini devam etti ise de onlar git gide azginlasti Hud aleyhisselama daha cok eziyet ettiler. Hz. Hud mucizeler gösterdi ise de yine hidayete ermediler. Allahü Teala Ad kavmi üzerine azab yüklü bulutu göndererek buluttan esen bir rüzgarla onlari helak etti: « Ad kavmi (Peygamberleri Hud'u) yalanladi da azabim ve tehdidim nasilmis (gördüler). Biz onlarin üstüne ugursuzlugu devamli bir günde dondurucu bir rüzgar gönderdik » . Bu bulutun ismi « sarsar » idi ve 7 gece 8 gün devametti: « Ad kavmi ise ugultulu kasip kavuran bir firtina ile mahvedildiler. Allah onu ardarda 7 gece 8 gün onlarin üzerine musallat etti. Öyle ki (eger orada olsaydin) o kavmi ici bos hurma kütükleri gibi oracikta yere sarilmis halde görürdün » . Ad kavmi üzerine gelen rüzgar Hud aleyhisselama ve ona iman edenlerin yüzlerine gayet serinletici ve tatli olarak esti: « Emrimiz gelince; Hud'u ve onunla beraber iman edenleri tarafimizdan bir rahmetle kurtardik onlari agir bir azaptan kurtulusa erdirdik » Hud aleyhisselam kavmi helak olduktan sonra kendine inananlarla birlikte Mekke-i Mükerremeye gitti. Kabe-i Muazzamanin bulundugu yerde ibadet ve taatla mesgul oldu ve orada vefat etti. Kabrinin Harem-i Serif'de (Kabe-i Mazzamanin etrafindaki Mescit) Hicr (bkz. Hicr suresi) denilen yerde bulundugu rivayet edilmektedir. Allahü Teala yüce Kur'an-i Kerim'de buyuruyor ki: « Onlar hem bu dünyada hem de kiyamet gününde lanete tabi tutuldular. Biliniz ki; Ad (kavmi) Rablerini inkar ettiler. (Sunu da) bilin ki Hud'un kavmi Ad Allah'in rahmetinden uzak kilindi » ; (Onlar: Ad kavmi; M.K.)

    2. Hud Suresi

    Hud suresi 123 ayet olup Hatt-i Osman'a göre 11. suredir. 12 17 ve 114. ayetler Medine'de digerleri Mekke'de inmistir. Yunus suresinin devamidir. Hud aleyhisselam'dan haric Nuh Salih Ibrahim Lut Su'ayb ve Musa (a.s.)'den de bahseder. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.) 112. ayet (« O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolundugun gibi dosdogru ol ! (...) ») hakkinda: « Beni Hud suresi kocatti ! » demistir. Cünkü bu ayette direkmen Peygamberimize (S.A.V.) - ve saniyen tabiiki bütün alem-i Islama - « emrolundugun gibi dosdogru ol ! » denmistir ve bu kolay bir is degildir. ​
     
  4. ......

    ...... Misafir



    Hz. MÛSA (a.s)

    Allah Teâlâ'nin dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'i verdigi ve yeryüzünde dinini teblig edip hakim kilmasi için gönderdigi Ulu'l-Azm* peygamberlerden biri. Hz. ibrahim (a.s)'in soyundan olup israilogullarinin akidelerini islah etmek ve onlari Allah Teâlâ'nin diledigi nizama kavusturmakla görevlendirilmisti. Küfürle mücadelesi Kur'ân-i Kerim'de uzun uzun anlatilmaktadir.
    Hz. Adem (a.s)'den Rasulullah (s.a.s)'e kadar pek çok peygamber gelmistir. Bu peygamberler gönderildikleri kavimleri Allah Teâlâ'ya iman etmeye çagirmislar; bu yolda kâfirlerle savasmislar yasadiklari diyarlardan çikarilmislar; ezilmisler hor görülmüsler ve hatta öldürülmüslerdir.

    Mûsa (a.s) da Allah Teâlâ tarafindan israilogullari'na gönderilmis bir rasul idi. O da tipki kendisinden önce gönderilmis olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çagirdi. Kavmine zulmeden ve ilâhlik iddiasinda bulunan Firavun'a karsi tevhid yolunda mücahede etti. Bu ugurda bütün peygamberlerin karsisina çikan güçlükler onun da karsisina çikti. Dogup büyüdügü diyardan çikarildi kâfirler tarafindan öldürülmek gayesiyle kovalandi. Allah Teâla Kur'ân-i Kerim'de bir ayette Hz. Mûsa (a.s)'dan söyle bahsediyor: "Kur'ân'da Musa'yi da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve israilogullari'na gönderilmis bir peygamber idi"(Meryem 19/51).

    Hz. Musa (a.s)'nin Firavun ile olan kissasi Kur'an'in bazi sûrelerinde çesitli üslûplarda ve teferruatli olarak anlatilmistir. Firavun ve ordusunun Kizildeniz'de bogulmalari olayindan sonra israilogullari ile ilgili kissasina da genisçe yer verilmistir.

    Musa (a.s)'nin Firavun ile olan mücadelesi bir sahsin bir kralla bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile olan mücadelesinden ibaret degildir. Bilâkis bu hak ile bâtil'in çatismasi Rahman'in ordusu ile seytanin ordusunun kaçinilmaz savasidir. Aslinda hak ile bâtil arasindaki bu savas insanoglunun yaratilisindan insanlari islah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çikmasindan beri devam edegelmektedir.

    Sapiklik ve bâtil daima iblis ve onun ordusu tarafindan temsil edilmis imana tevhide peygamberlige kisaca Hakka sürekli meydan okumustur. Fakat kazanan daima Hak olmustur. Allah Teâlâ söyle buyuruyor: "Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatinda hem de meleklerin sahid olacagi günde muzaffer kilacagiz" (el-Mü'min 40/51).

    Hz. Musa (a.s)'da gönderildigi kavmi cehalet ve sapiklik içerisinde buldu. Onlari Hakka davet etti yurdundan çikarildi savasti ve sonunda Allah Teâlâ'nin izniyle kazandi.

    Hz. Musa (a.s)'nin Nesebi Dogumu ve Hayati

    Musa (a.s)'nin babasi imran'dir Onun babasi Yahser onun da babasi Kahes'dir. Nesebi Yakub (a.s)'a ulasir; ki onun babasi Hz. ishak (a.s) onun da babasi Hz. ibrahim (a.s)'dir. Musa (a.s)'nin yaninda gördügümüz Harun (a.s) onun kardesidir. Allah Teâla Musa (a.s)'yi Firavun'a imana davet için gönderdiginde Hz. Harun (a.s)'u da ona yardimci olarak seçmis ve görevlendirmisti. Hz. Musa (a.s) Allah Teâla'ya söyle dua ederek kardesi Harun (a.s)'u kendisine yardimci yapmasini istemisti: "Bir de bana ehlimden bir vezir (yardimci) ver. Kardesim Harun'u (ver)" (Tâhâ 20/29-30).

    Hz. Musa (a.s) Misir'in çok zor günler yasadigi bir dönemde dogdu. Bu sirada ilâhlik iddialarinda bulunarak haddi asan Firavun israilogullari halkina dayanilamayacak eziyetlerde bulunuyor bu insanlari zulümle kasip kavuruyordu. israilogullari Kipt kavminin muamelelerinden ve krallarinin agir baskilarindan bikmislardi. Misir'da yasamanin bir tadi kalmadigini biliyor ve dedelerinin yurdu olan Kenan illerine gitmek istiyorlardi. Ama onlardan her isinde istifade eden Firavun yakalarini bir türlü birakmak istemiyordu. Onlara zulmün en akla gelmeyecek olanini yapti. Nitekim Kur'ân-i Kerim'de; "Biz sana Musa ve Firavun'un mühim haberlerinden iman edecek bir kavim için gerçek olarak okuyacagiz. Çünkü Firavun o yerde (Misir'da) baskaldirmis ve ahalisini parçalara bölüp kendisine baglamisti" (el-Kasas 28/3-4) buyuruluyor.

    Firavun saltanati sirasinda israilogullarina çok kötü eziyetlerde bulundu; onlari köle yapti en çirkin ve adî islerde çalistirdi. Allah Teâlâ israilogullarini bu sikintidan azgin Firavun'un serrinden zulüm ve taskinliklarindan kurtarmak için Hz. Musa (a.s)'yi gönderdi.

    Sa'lebî Kisas-i Enbiya'sinda imam Suddî'den; Firavun'un bir rüya gördügünü korkup kederlendigini naklediyor. Rüyasinda Kudüs tarafindan gelen bir ates gördü. Bu ates Misir'a kadar uzanip Firavun'un evlerini yakti. Fakat sadece Kipti'lere zarar verdi israilogullari ise kurtuldular. Uyaninca hemen kâhin ve müneccimlerden rüyayi tabir etmelerini istedi. Onlar dediler ki; "israilogullari içinden bir çocuk dünyaya gelecek Misirlilarin helâkina ve senin kralliginin yok olmasina sebep olacak. Dogacagi zaman da iyice yaklasti."

    Bu haber üzerine telaslanan Firavun israilogullarin'dan dogan bütün erkek çocuklarin öldürülmesini emretti. Kur'ân-i Kerim'de bu olay söyle anlatiliyor: "Firavun memleketin basina geçti ve halki firkalara ayirdi. içlerinden bir toplulugu güçsüz bularak onlarin ogullarini bogazliyor kadinlari sag birakiyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi" (el-Kasas 28/4).

    israilogullari arasinda is yapabilecek insanlarin azalmasi üzerine Kiptîlerin ileri gelenleri Firavun'a giderek "Eger böyle öldürmeye devam ederseniz ileride bizim islerimizi yapacak kimse bulamayacagiz" dediler. Firavun da erkek çocuklarin bir sene öldürülmesini bir sene de öldürülmemesini emretti. Erkek çocuklarin öldürülmedigi sene Harun (a.s) dogdu. Öldürüldükleri sene ise Musa (a.s)...

    Musa (a.s) dogunca annesi çok üzüldü. Allah Teâlâ ona korkmamasini üzülmemesini vahyetti. Kalbine bir rahatlik verdi. Bu Kur'an'da söyle anlatiliyor: "Musa'nin annesine: "Çocugu emzir basina geleceklerden korktugun zaman onu suya (Nil'e) birak. Korkma üzülme. Biz süphesiz onu sana döndürecegiz ve peygamber yapacagiz" diye bildirmistik" (el-Kasas 28/7).

    Musa (a.s)'nin annesi de ilham edileni yapti ve yavrusunu bir muhafaza içerisinde suya birakti. Ablasina da "Onu izle" dedi. Musa (a.s)'yi tasiyan sandik Allah'in izniyle dalgalarla sürüklenerek Firavun'un sarayina ulasti. Yikanmakta olan cariyeler sandigi bulup Firavun'un karisina götürdüler. Allah Teâlâ Firavun'un karisi Asiye'nin kalbine bu çocugun sevgisini koydu. Firavun çocugu görünce öldürmek istedi. Ancak Asiye çocugu kendisine vermesini istedi. Çünkü hiç çocuklari olmuyordu. Kur'an-i Kerim bunu söyle anlatiyor: "Firavun'un karisi: Benim de senin de gözün aydin olsun! Onu öldürmeyiniz belki bize faydali olur yahut onu ogul ediniriz" dedi. Aslinda isin farkinda degillerdi" (el-Kasas 28/9).

    Hz. Musa (a.s) acikinca onu emzirmek icab etti. Fakat o kimseden süt emmek istemiyordu. Allah Teâlâ bunu söyle zikrediyor: "Önceden süt annelerinin memesini kabul etmemesini sagladik. Musa'nin ablasi; "size sizin adiniza ona bakacak iyi davranacak bir ev halkini tavsiye edeyim mi?" dedi. Böylece onu annesinin gözü aydin olsun diye ona geri çevirdik. Fakat çogu bilmezler" (el-Kasas 28/12-13).

    Musa (a.s) böylece annesine dönmüs oldu. Üstelik Firavun'un sarayinda büyüdü. Firavun ailesinin sevgisini kazandi. Allah Teâlâ söyle buyuruyor: "Musa erginlik çagina gelip olgunlasinca ona hikmet ve ilim verdik. iyi davrananlari böyle mükâfatlandiririz" (el-Kasas 28/14).

    Yetisip delikanlilik çagina gelen Musa (a.s) bir gün sehre indi. Ögle üzeriydi. Dükkanlar kapaliydi ve halk evlerinde istirahat ediyordu. Kur'ân-i Kerim'de sehirde geçen hadise söyle anlatiliyor; "Musa halkinin haberi olmadigi bir zamanda sehre idi. Biri kendi adamlarindan digeri de düsmani olan iki adami dövüsür buldu. Kendi tarafindan olan kimse düsmanina karsi ondan yardim istedi. Musa onun düsmanina bir yumruk vurdu ölümüne sebep oldu. "Bu seytanin isidir; çünkü o apaçik saptiran bir düsmandir" dedi. Musa "Rabbim! dogrusu kendime yazik ettim beni bagisla" dedi. Allah da onu bagisladi. O süphesiz bagislayandir merhamet edendir. Musa; "Rabbim! Bana verdigin nimete and olsun ki suçlulara asla yardimci olmayacagim " dedi. sehirde korku içinde etrafi gözeterek sabahladi. Dün kendisinden yardim isteyen kimse bagirarak ondan yine yardim istiyordu. Musa ona: "Dogrusu sen besbelli bir azginsin " dedi. Musa ikisinin de düsmani olan kimseyi yakalamak isteyince: "Ey Musa! Dün bir cana kiydigin gibi bana da mi kiymak istiyorsun? Sen islah edenlerden degil ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun"dedi" (el-Kasas 28/15-19).

    israillinin olayi agzindan kaçirmasi üzerine bütün halk Musa (a.s)'nin Misirliyi öldürmüs oldugunu ögrendi. Daha sonra bir adam kosarak geldi ve kendisini öldüreceklerini söyledi.

    "Musa korku ipinde çevresini gözetleyerek oradan çikti. Rabbim! Beni zalim milletten kurtar" dedi. Medyen e dogru yöneldiginde: "Rabbimin bana dogru yolu gösterecegini umarim " dedi" (el-Kasas; 28/21-22).

    Musa (a.s) böylece yurdundan uzaklasti. Yanina yiyecek hiç bir sey de almamisti. Tam sekiz günlük yolu agaç yapraklari yiyerek asti. Misir ile Medyen arasi sekiz günlük bir mesafedir. Allah Teâlâ'nin bu seçkin kulu aç ve bitap düsmüs olarak bu uzun mesafeyi katetti ve nihayet Medyen'e ulasti. Kur'ân-i Kerim'de kissa söyle devam ediyor:

    "Medyen suyuna geldiginde davarlarini sulayan bir insan toplulugu buldu. Onlardan baska hayvanlarini sudan alikoyan iki kadin gördü. Onlara: "Derdiniz nedir?"dedi. "Çobanlar ayrilana kadar biz sulamayiz. Babamiz çok yaslidir (onun için bu isi biz yapiyoruz) " dediler. Musa onlarin davarlarini suladi. Sonra gölgeye çekildi: "Rabbim! Dogrusu bana indirecegin hayra muhtacim" dedi" (el-Kasas 28/23-24).

    Ibn-i Kesir El-Bidaye ve'n-Nihaye'de bu olayi söyle anlatiyor: "Medyen suyunda çobanlar koyunlari suladiktan sonra kuyunun agzina büyük bir kaya koyarlardi. Bu iki kadin da artan sularla koyunlarini sulamaya çalisirlardi. Musa (a.s) kayayi kuyunun agzindan tek basina kaldirdi su çekti ve kadinlarin koyunlarini suladi. Sonra tekrar kayayi yerine koydu. Bu kayayi ancak on kisi kaldirabilirdi. Musa (a.s) ise on kisinin halledebilecegi bu isleri tek basina halletmisti. Kizlar babalarina gidip Hz. Musa'yi ve yaptigi iyiligi anlattilar. Kur'an-i Kerim'de kissa söyle devam ediyor:

    "O sirada kadinlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi: "Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çagiriyor dedi. Musa ona gelince basindan geçeni anlatti. O: "Korkma! Artik zâlim milletten kurtuldun"dedi. iki kadindan biri: "Babacigim onu ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarinin en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdir dedi. Kadinlarin babasi bana sekiz yil çalismana karsilik bu iki kizimdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eger on yila tamamlarsan o senden bir lütuf olur. Ama sana agirlik vermek islemem. insallah beni iyi kimselerden bulacaksin" dedi. Musa: "Bu seninle benim aramdadir. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayim bir kötülüge ugramayacagim. Söylediklerimize Allah vekildir" dedi" (el-Kasas 28/25-28).

    Ibn-i Kesir söyle diyor: "Kizlarin babasinin kim oldugu hakkinda görüs ayriligi vardir. Bunun Suayb (a.s) oldugu hususunda kanaatler vardir. Ulemanin çogunlugu da bu görüstedir. Hasan Basri Malik b. Enes'den naklolunan bir rivayeti delil getirerek diyor ki: Hz. Suayb kavmi helâk olduktan sonra uzun bir ömür yasamis tâ ki Musa (a.s)'a ulasmis ve kizini ona nikâhlamistir.

    Hz. Suayb (a.s)'in kiziyla nikâhlandiktan sonra Musa (a.s) Medyen'de kalip haniminin mehri olmak üzere on yil koyun güttü. Bir rivayete göre Peygamberimize tam olarak ne kadar çalistigi sorulmus; o da on sene oldugunu buyurmustur. Buradan anlasildigi üzere tam on yil çobanlik yapmistir. ​
     
  5. ......

    ...... Misafir


    Hz. Musa (a.s) ya Peygamberliginin Bildirilmesi

    Musa (a.s) Medyen'de on sene kalip mehrini tamamladiktan sonra Misir'a dönmeye karar verdi. Ailesiyle birlikte yola koyuldu. Karanlik ve soguk bir gecede yolu sasirdi ve dag geçidinin yolunu bir türlü bulamadi. Çakmak tasiyla bir seyler tutusturmaya çalisti basaramadi. Soguk iyice siddetlendi. Kansi da hamileydi ve dogum zamani da yaklasmisti. Musa (a.s) ve ailesinin gerçekten yardima ihtiyaci vardi. Kur'an-i Kerim'de bu olay söyle anlatiliyor: "Musa süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çikti. Tür tarafindan bir ates gördü. Ailesine: "Durunuz ben bir ates gördüm; belki oradan size bir haber veya tutusmus bir odun getiririm de isinabilirsiniz" dedi. Oraya gelince kutlu yerdeki vadinin sag yanindaki agaç cihetinden: "Ey Musa! süphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah'im " diye seslenildi. "Degnegini at!." Musa degnegin yilan gibi hareketler yaptigini görünce dönüp arkasina bakmadan kaçti. "Ey Musa! Dön gel. Korkma. süphesiz güvende olanlardansin" denildi. "Elini koynuna koy lekesiz bembeyaz çiksin. Korkudan açilan kollarini kendine çek! Bu ikisi Firavun ve erkânina karsi Rabbinin iki delîlidir. Dogrusu onlar yoldan çikmis bir millettir" denildi. Musa: "Rabbim! Dogrusu ben onlardan bir cana kiydim. Beni öldürmelerinden korkarim. Kardesim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu beni destekleyen bir yardimci olarak benimle gönder çünkü beni yalanlamalarindan korkarim" dedi Allah: "Seni kardesinle destekleyecegiz ikinize bir kudret verecegiz ki onlar size el uzatamayacaklardir. Ayetlerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir" dedi" (el-Kasas 28/29-35).

    Tâhâ sûresinin ilk ayetlerinde Allah Teâlâ ile Musa (a.s) arasinda geçen konusma daha ayrintili bir sekilde verilir. su ayetler Allah Teâlâ'nin Musa (a.s)'yi rasul olarak görevlendirdigi zamanin anlasilmasinda yardimci oluyor: "Ben seni seçtim artik vahyolunani dinle. süphesiz ben Allah'im. Benden baska ilâh yoktur. Bana kulluk et Beni anmak için namaz kil!" (Tâhâ 20/13-14).

    Ve daha sonra Allah Teâlâ Musa (a.s)'ya söyle buyuruyor: "Firavun'a gidin; dogrusu o azmistir. Ona yumusak söz söyleyin belki ögüt dinler veya korkar" (Tâhâ 20/43-44).

    Allah Teâlâ'nin Musa (a.s)'ya bunu emretmesinden sonra Musa (a.s) ile Firavun arasinda amansiz bir mücadele de baslamis oluyordu. Hak ile bâtil'in amansiz savasi. Bütün peygamberlerin birbirlerine miras biraktiklari tevhid mücadelesi...

    Hz. Musa (a.s) Allah Teâlâ'nin bu emriyle Firavun'a gitti. Onu güzellikle Allah'a iman etmeye davet etti: "Musa: Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim! Bana Allah'a karsi ancak gerçegi söylemek yarasir. Size Rabbinizden bir mucize getirdim israilogullari'ni benimle beraber saliver" (el-A'raf 7/104-105).

    "Firavun: "Musa! Rabbiniz kimdir?" dedi. Musa: "Rabbimiz her seye ayri bir özellik veren sonra dogru yola eristirendir" dedi" (Tâhâ 20/49-50).

    Firavun bu davete icabet etmedi ve direndi. Musa (a.s)'yi zindana atmakla tehdit etti. Musa (a.s)'da Firavun'a belki iman eder diyerek ispat edici bir delil getirmek istedi. Asasini yere atti kocaman bir yilan oldu. Elini koynuna sokup çikardi gözleri kamastiran bir günes parçasi oluverdi. Musa (a.s)'nin gösterdigi bu mucizeler karsisinda Firavun gerçekten korkmustu. Bunun üzerine o da sihirbazlarini toplayip Musa'yi maglup etmeyi kararlastirdi. Ülkesindeki bütün ünlü sihirbazlari çagirtti ve onlardan Musa (a.s)'nin yaptiklarindan daha büyük bir sihir yapmalarini istedi. Onlarda hazirlandilar ve bir gün kararlastirdilar. O gün gelince de halkin gözleri önünde Musa (a.s) ile yarismaya basladilar.

    "Sihirbazlar: "Ey Musa! Marifetini ya sen ortaya koy veya biz koyalim" dediler. Musa: "Siz koyun"dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca insanlarin gözlerini sihirlediler ve onlari ürküttüler büyük bir sihir yaptilar. Biz de Musa'ya: "Asani koyuver" dedik o da koyuverdi. Hemen onlarin uydurduklarini yutmaya basladi. Hak tahakkuk etti. Onlarin yaptiklari bosa gitti. iste orada yenildiler küçük düstüler. Sihirbazlar secdeye kapanip: "Âlemlerin Rabbine Musa ve Harun'un Rabbine inandik" dediler" (el-A'râf 7/115-122).

    Sihirbazlarin iman etmeleri Firavun'u çok kizdirdi. Onlari öldürmekle tehdit etti. iste küfür acizligini bu olayla bir kere daha ortaya koymus oldu.

    Gelisen bu olaylar Firavun'u yola getirecegi yerde onu daha çok azdirdi. Ve Musa (a.s) ile kavmini ortadan kaldirmadikça rahata kavusamayacagina inanip bu arzusunu yerine getirmeye çalisti. Musa (a.s) Firavun ve kavmini imana çagirmaya devam etti. Firavun inkâr ettikçe Allah Teâlâ onun kavmine tufan çekirge hasarat kurbaga kan gibi çesitli azablar gönderdi. Ancak bunlarin hiç biri Firavun ve kavmini yola getirmedi.

    Firavun küfür ve inadinda israr ve Musa (a.s)'nin davetine de icabet etmemeye devam etti. Allah Teâlâ Musa (a.s)'ya israilogullarini bir gece Misir'dan çikarip Filistin diyarina götürmesini vahyetti. Bir gece Musa ve kavmi sehirden çikip Süveys halici boyunca Kizildeniz'e yöneldiler. Firavun sehirde israilogullarindan hiç bir iz göremeyince kaçtiklarini anladi ve bütün ordusunu seferber ederek peslerine düstü. Firavun ordusunun çok kalabalik oldugu rivayet edilmektedir. Firavun iki gün sonra israilogullarina yetisti. israilogullarinin önlerinde geçilmesi mümkün olmayan bir deniz arkalarinda kocaman bir ordu vardi. israilogullari "Yakalandik yâ Musa" diye yakinmaya basladilar. Kur'ân-i Kerim'de olay söyle anlatiliyor: "Musa: "Hayir Rabbim benimle beraberdir bana elbette yol gösterecektir"dedi. Bunun üzerine Biz Musa ya: "Degneginle denize vur" diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrildi her parçasi yüce bir dag gibiydi. iste oraya geridekileri de yaklastirdik. Musa ve beraberinde bulunanlarin hepsini kurtardik" (es-suara 26/62-65).

    "Firavun ordusuyla onlari takib etti. Deniz de onlari içine aliverdi. Hem de ne alis!" (Tâhâ 20/78).

    Kur'an-i Kerim'de Allah Teâlâ bir zâlimin kâfirin sonunu böyle anlatiyor; ve bir kavmi nasil kurtardigini da. iste Hak Bâtil'in tepesine böyle inip onu ortadan kaldirabiliyor.

    Firavun ordusu bir tek kisi kalmamacasina yok oldu. Firavun ise ölümün geldigini anlayinca iman ettigini açikladi: "Firavun bogulacagi anda: "israilogullarinin inandigindan baska tanri olmadigina inandim artik ben de ona teslim olanlardanim" dedi. Ona: "simdi mi (inandin)? Daha önce baskaldirmis ve bozgunculuk etmistin"dendi" (Yunus 10/90 91).

    Bu olaydan sonra Allah Teâlâ Hz. Musa (a.s)'ya kavmiyle birlikte Beyti Makdis'e yönelmelerini emretti. Yola koyuldular. Çölde su bulamayip siddetli bir susuzluga kapildilar. Gelip Musa (a.s.)'a sitem ve sikayette bulundular. Allah Musa (a.s)'a âsâsini tasa vurmasini emretti. Vurunca tasin oniki yerinden su fiskirdi. Her Yahudi kabilesine bir göze düsüyordu. Onlar bu gözelerden kana kana içtiler susuzluklarini giderdiler. Allah Teâlâ israilogullarina gökten kudret helvasi ve bildircin eti de gönderdi. Fakat israilogullarinin o ikiyüzlülükleri bütün bu nimetlere ragmen kendini burada da ortaya çikardi. Bir tek yemekle yetinemeyeceklerini söylediler: "Ey Musa! Bir çesit yemege dayanamayacagiz. Bizim için Rabbine yalvar da bize yerin bitirdigi sebze kabak sarmisak mercimek ve sogan yetistirsin" demistiniz de "hayirli olani daha düsük seyle mi degistirmek istiyorsunuz? Bir sehre inin orada süphesiz istediginiz vardir" demisti" (el-Bakara 2/61).

    Sonra Allah Teâlâ Hz. Musa'ya Filistin'e gitmeyi emretti. Orada Heysanilerin kalintilari ve Kenanlilardan meydana gelen zalim bir topluluk ile karsilastilar. Musa (a.s) kavmine buraya girip bu zalimlerle savasmalarini ve onlari bu mukaddes beldeden çikarmalarini emretti. Fakat israilogullari buna cesaret edemedi: "Ey Musa! "Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyecegiz. Sen ve Rabbin gidin savasin dogrusu biz burada oturacagiz" demislerdi" (el-Maide 5/24).

    Çünkü israilogullari Firavun ülkesinde zillet ve adilige asagilanmaya alismislardi. Onlar için bazi degerleri ele geçirmek için savasmak bir manâ tasimiyordu. Allah'da onlari Tih çölüne atti ve yollarini sasirtti. Kavmine söz geçiremediginden yakinan Musa'ya Allah Teâlâ: "Orasi onlara kirk yil haram kilindi. Yeryüzünde saskin saskin dolasacaklar. Sen yoldan çikmis bir millet için tasalanma" dedi" (el-Maide 5/26).

    Zamanla bu zillet içinde yasayan nesil yerini hürriyetle yetisen ve izzetle yasayan bir nesile terketti. Bunlar da bir müddet sonra Arz-i Mukaddes'e girmeye muvaffak oldular.

    israilogullari bu kirk yil içinde çok çesitli sapikliklarda bulundular. Hz. Musa'nin Tur daginda kirk gün geçirdigi bir zamanda Sâmirî isimli bir sahsin imal ettigi ve "iste sizin de Musa'nin da tanrisi" dedigi altindan bir buzagiya tapmaya basladilar. Musa (a.s) döndügünde onlari buzagiya tapinir görünce çok üzüldü. Harun (a.s)'a çikisti. israilogullari'ni buzagiya tapinmaktan vazgeçirmeye çalisti. israilogullari ise her firsatta iki yüzlülüklerini sergilediler (Sâmirî olayi bak. Daha fazla bilgi için bk. Sâmirî mad.). Musa (a.s) hayati boyunca tevhid yolunda mücadele etti. Bu ugurda pek çok eziyetle karsilasti. Yurdundan çikarildi ölümle tehdit edildi ve etrafinda kendisiyle beraber inanan pek az insan bulabildi.

    Musa (a.s) Tih çölünde Harun (a.s)'dan sonra öldü. israilogullarini Arz-i Mukaddes'e sokamadi. Öldügünde yüz yirmi yasinda idi. Buhârî onun ölümü ile ilgili olarak sunlari rivayet ediyor: "Ölüm melegi geldiginde Musa (a.s) onun yüzüne dikkatle bakti. Canini almaya gelen Azrail (a.s) korktu ve gözü karardi. Sonra: "Yarabbi beni bir kuluna gönderdin ki ölmek istemiyor" diye tazarru eyledi. Allah Teâlâ o hali üzerinden kaldirarak tekrar Musa'ya gönderdi: "Söyle sayili olmak sartiyla istedigi kadar yasasin". Hz. Musa: "Yarabbi sonra ne olacak?" dedi. "Öleceksin" buyuruldu. "Öyle ise ölüm simdi gelsin" niyazinda bulundu. Sonra Allah Teâlâ'dan kendisini bir tas atimi Beyti Makdis'e yaklastirmasini orada ölmesini ve oraya gömülmesini istedi. Ebu Hureyre (r.a) söyle diyor: "Rasulullah (s.a.s): "Eger ben sizinle beraber orada bulunsaydim onun yol kenarinda ve kizil bir kum tepesinin yaninda bulunan kabrini size gösterirdim" buyurdu". ​
     
  6. ......

    ...... Misafir



    HZ. ISHÂK (a.s)

    Ibrahim (a.s)'in Hz. Sâre'den dogan ikinci oglu.
    Hz. Sâre'nin çocugu olmadigi için kocasina cariyesi Hacer'i hediye etmistir. Hz. Hacer Hz. ismail'i dogurunca Hz. Sâre üzülmüstür. Hz. ibrahim yüz yirmi yasinda Hz. Sâre doksan yasinda iken Allah'in bir lutfu ve mucizesi olarak ishâk (a.s) dogmustur (bk. Hâkim Müstedrek 11 556).

    Kur'an-i Kerim'de bu olay söyle anlatilir: "And olsun ki elçilerimiz ibrahim'e müjde ile gelip; "Selâm" dediler. O da "Selâm" dedi ve eglenmeden gidip kizartilmis bir buzagi getirdi. Onlarin ellerinin buna uzanmadigini görünce hoslanmadi ve kalbine bir korku geldi. Onlar "korkma biz lût kavmine gönderildik" dediler. ibrahim'in ayakta duran zevcesi güldü. Biz de ona ishak'i ardindan da torunu Yâkub'u müjdeledik. Kadin "vay kendim koca bir kari su zevcimde bir ihtiyar iken ben mi doguracakmisim? Bu dogrusu pek sasilacak bir is" dedi. Melekler "ey evin hanimi. Allah'in rahmeti ve bereketleri üzerinize olmusken nasil Allah'in isine sasacaksin. O Hamid ve Meciddir" dediler (Hûd 11 /73).

    Ishâk (a.s)'in tarih kitaplarinda anlatilari semâili söyledir. Uzun boylu kara gözlü bugday benizli yüzü güzel konusmasi düzgün saçi sakali bembeyazdi. Siret ve sureti babasi ibrahim (a.s)'a benzerdi (Hâkim Müstedrek 11 557). Hz. ishâk'in Yakub ve 'Ays adinda iki oglu olmustur. Yakub (a.s) daha güzel yüzlü daha düzgün konusmali ve zarafet ve güzelligi daha çok olandi. Ays Rumlarin yasadigi bölgede ikamet etmisti (Hâkim Müstedrek l l 557).

    Ishâk (a.s) Kur'an-i Kerim'de de övülmüstür: "Ey Muhammed; güçlü ve anlayisli olan kullarimiz ibrahim ishâk ve Yakub'u da an! Biz onlari âhiret yurdunu düsünen samimi kimseler kildik. Dogrusu onlar bizim yanimizda seçkin iyi kimselerdir" (Sâd 38/45-47). ishâk (a.s) babasinin ölümünden sonra Sam bölgesine peygamber olarak vazifelendirilmis Allah'u Teâlâ onu seçkin ve hayirli bir insan eylemistir.

    "Ibrahim'e salihlerden bir peygamber olmak üzere de ishâk'i müjdeledik. Hem ona hem de ishâk'a feyz ve bereketler verdik. Her ikisinin neslinden iyi hareket edeni de vardir nefsine apaçik zulmedeni de vardir" (es-Sâffât 37/112 113).

    Hz. Ishak rivayete göre yüzaltmis yaslarinda bu günkü Filistin'in bulundugu bölgede Kudüs yakinlarinda vefat etmis babasi ibrahim (a.s)'in Mezradaki kabrinin yanina defnedilmistir (ibnu'l-Esîr el-Kâmil fi't- Tarih 1 127). ​
     
  7. ......

    ...... Misafir



    Hz.YÛNUS (a.s)

    Adi Kur'ân'da geçen peygamberlerden biri.
    Soyu Bünyamin vasitasiyla Ya'kûb (a.s)'a ve onun vasitasiyla de ibrâhim (a.s)'a dayanmaktadir. Bazi alimlerin naklettigine göre isa (a.s) annesinin adiyla isa b. Meryem diye anildigi gibi Yûnus (a.s) da annesinin adiyla Yûnus b. Matta diye anilmaktadir. (ibn Sa'd Tabakatü'l-Kübra Beyrut 1957 I 55). Buhârî'nin verdigi bilgiye göre ise bu görüs yanlistir. Aslinda Matta Yûnus (a.s)'in annesinin degil babasinin adidir. Yani Yûnus (a.s) Yûnûs b. Matta diye anilinca babasinin adiyla anilmis olur (ez-Zebîdî Sahihi Buhârî Muhtasari Tecridi Sarih Tercemesi ve serhî trc: Kamil Miras Ankara 1971 IX 152).

    Yûnus (a.s)'in Ya'kub (a.s)'in torunlarindan oldugu Kur'ân'da söyle haber verilistir:

    "Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi sana da vahyettik. Nitekim ibrâhim'e ismail'e ishâk'a Yakub'a torunlarina isa'ya Eyyûb'a Yûnus'a Harûn'a Süleyman'a da vahyetmis ve Davud'a da Zebûr'u vermistik" (en-Nisâ 4/163).

    Bu âyette ifâde edildigi gibi isâ (a.s) Eyyûb (a.s) Harun (a.s) ve Süleyman (a.s)'da Yunus (a.s) ile ayni soydan Yakub (a.s)'in torunlarindandirlar.

    Yûnus (a.s)'in nüfusu yüz bini askin bir sehrin halkina uyarici ve tevhide çagrici bir peygamber olarak gönderildigi Kur'ân'da söyle geçmektedir:

    "Ve onu yüz bin Insana ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik" (es-Saffat 37/147).

    O'nun peygamber olarak gönderildigi bu yerin Ninova sehri oldugu nakledilmistir. Ninova sehri Dicle nehrinin kiyisinda simdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydi. Bu beldenin Insanlari küfrün içinde bulunuyorlardi ve putlara tapmakta idiler. Yûnus (a.s) onlari küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara küfürlerinden dolayi tevbe etmelerini Yüce Allah'in varligina ve birbirine inanmalarini emretmek üzere gönderilmisti (ez-Zemahserî el-Kessâf Kahire t.y. V 126; et-Taberî Tarih Misir 1326 II 42).

    Yûnus (a.s)'in adi Kur'ân'in çesitli yerlerinde geçmekle berâber Kur'ân'daki sûrelerden birine isim olarak verilmistir. Kur'an'in onuncu sûresinin adi Yûnus sûresidir.

    Yûnus (a.s) milletini otuz üç yil Allah'a imân etmeye küfürden kurtulmaya davet etti tebligde bulundu ve peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Ancak sadece iki kisi ona imân etti (ibn Esir el-Kâmil Beyrut 1965 I 360; Sahihi Buhâri ve Tecridi Sarih Tercümesi IX 152).

    Milletinin bu sekilde küfürde direnmesi ve imâna gelmemesi Yûnus (a.s)'in zoruna gitti. Yüce Allah onun bu kizginligini ve bunun neticesinde milletini terketmeye kalkismasini söyle haber vermistir:

    "Zünnûn (Yûnus)'a gelince o öf keli bir halde geçip gitmisti. Bizim kendisini asla sikistirmayacagimizi zannetmisti. Nihâyet karanliklar içinde; "Senden baska hiç bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti." (el-Enbiyâ 21/87).

    Bu âyette Yûnus (a.s)'dan Zünnûn diye bahsedilmistir. Zünnûn balik sahibi demektir. Kur'ân'in baska bir yerinde de Yûnus (a.s) bu lakabla anilmistir:

    "Sen Rabbinin hükmünü sabirla bekle. Balik sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o dertli dertli Rabbine niyaz etmisti" (el-Kalem 68/48).

    Hem bu âyette hem de yukaridaki âyette Yûnus (a.s)'in sabretmemesine Allah'in emri olmadan milletini terketmeye kalkismasina isâret edilmistir. Onun bu hali üzerine Yüce Allah söyle buyurmustu:

    "O halde peygamberlerden azim sahibi olanlarin sabrettigi gibi sen de sabret" (el-Ahkâf 46/35).

    Allah'in müsaadesi olmadan Yûnus (a.s)'in ayrilmaya kalkismasi iyi netice vermemisti. Ninova'dan ayrilmak için bir gemiye binmisti. Geminin batmaya yüz tutmasi üzerine hafiflemesi için yolculardan birinin suya atilmasi gerekti. Kimin suya atilacagini tesbit için kur'a çekildi ve kur'a Yûnus (a.s)'a isâbet etti. Bu durum kur'ân'da söyle haber verilmistir:

    "Gemide onlarla karsilikli Kur'a çektiler de yenilenlerden oldu" (es-Saffat 37/141).

    isin daha acisi Yûnus (a.s) denize atildiktan sonra bir balik onu yutmustu. Yüce Allah Kur'ân'da onun bu durumunu söyle haber vermistir:

    "Yûnus (Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrildigi için) kendisi kötülüklerken onu bir balik yuttu" (es-Saffat 37/142).

    Burada Yûnus (a.s) hatasini anlamis ve nefsini kinamaya baslamisti. Baligin karnindaki karanliklarda:

    "Senden baska ilâh yoktur. Sen eksikliklerden uzaksin yücesin. Ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ 21/87) diye dua etmeye ve Allah'a yalvarmaya basladi. Bu sekilde imân ve inançla Allah'a siginmasi neticesinde Yüce Allah onu affetmisti (el-Maverdî en-Nuketu ve'l-Uyûnu Beyrut 1992 III 465 vd). Yûnus (a.s)'in duasinin kabul edildigi ve Allah tarafindan bagislandigi Kur'ân'da söyle dile getirilmistir:

    "Biz de onun duasini kabul ettik ve onu tasadan kurtardik. iste biz Insanlari böyle kurtaririz" (el-Enbiyâ 21/88).

    "Eger tesbih edenlerden olmasaydi (Insanlarin) yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karninda kalirdi" (es-Saffat 37/143 144).

    Gücü her seye yeten Yüce Allah baligin karnindaki Yûnus (a.s)'i öldürmedi. Bir süre sonra balik onu agzi ile sahile birakmisti. Onun kurtulus ve daha sonraki hafi Kur'ân'da söyle haber verilmistir:

    "(Ama baligin karninda bizi andi tesbih etti) biz de onu hasta bir halde agaçsiz bos bir yere attik ve üzerine (gölge yapmasi için) kabak türünden bir agaç bitirdik" (es-Saffat 37/145 146).

    Yûnus (a.s)'in Allah tarafindan affedilmesi ve büyük bir tehlikeden kurtarilmasi Kur'ân'in baska bir yerinde dile getirilmistir:

    "Sen Rabb'inin hükmüne sabret balik sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o sikintidan yutkunarak (Allah'a) seslenmisti. Eger Rabb'inden ona bir nimet yetismeseydi yerilerek çiplak bir yere atilirdi. Fakat (böyle olmadi) Rabb'i onun duasini kabul etti de onu salihlerden kildi" (el-Kalem 68/8 49 50).

    Yûnus (a.s)'i bu sikintilardan kurtaran Yüce Allah onun milletine de neticede hidâyeti nasib etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarildilar. Onlarin tevbe edip hakka dönüslerini ifâde eden âyetin meâli söyledir:

    "inandilar biz de onlari bir süreye kadar geçindirdik" (es-Saffat 37/148).

    Yûnus (a.s)'in milletinin bu sekilde tevbe etmeleri küfürden dönüp Allah'a inanmalari Allah tarafindan övülmüs methedilmistir:

    "Keske (azabi gördükten sonra) inanip da inanmasi kendisine fayda veren bir memleket olsaydi! (Azabi gördükten sonra inanmak hiç bir memlekete yarar saglamamistir). Yalniz Yûnus'un kavmi (azab henüz inmeden önce) inaninca dünya hayatinda onlardan rezillik azabini kaldirmis ve onlari bir süre daha yasatmistik" (Yûnus 10/98).

    Yûnus (a.s)'in faziletli bir Insan oldugu Yüce Allah tarafindan söyle haber verilmistir:

    "ismâil el-Yesa' Yunus ve Lut'a da (yol gösterdik). Hepsi iyilerden idiler" (el-En'âm 6/86).

    Hz. Muhammed (s.a.v) de onu söyle övmüstür:

    "Her kim ben Yûnus b. Mattâ'dan hayirliyim derse yalan söylemistir" (Buhârî Tefsiru süre 6 4).

    Yûnus (a.s) da diger peygamberler gibi Insanlari küfrün serrinden nehyetmis ve Allah'a imân etmeye davet etmistir. inanan Insanlar için onun hayatindan alinacak çesitli ibretler vardir. ​
     
  8. ......

    ...... Misafir



    HZ. UZEYR (a.s)

    israilogullarina (Yahudilere) göre meshur bir peygamber olan Üzeyr (a.s)'in adi Kur'an-i Kerîm'de geçmektedir. Fakat Islâm'a göre onun peygamber olup olmadigi hususunda ihtilaf vardir.
    Üzeyr (a.s)'in adi hakkinda da alimlerin farkli yorumlari vardir. Bazi alimlere göre onun adi Arapça bir isimdir. Diger bazi alimlere göre ise Üzeyr kelimesi Arapça degil ibranicedir (el-Ukberî imlau ma menne bihi'r Rahman Misir 1961 II 7).

    ibranice'de Üzeyr kelimesinin karsiligi "Azra"dir. Tevrat'in bu dildeki nüshasinda böyle geçmektedir (Biblio Hobraica nsr. Rud. Kittel Stuttgart1952; Esra VII1; Nehemio VIII13).

    Üzeyr (a.s) Harun Peygamber'in neslinden gelmektedir (es-Sa'lebî el-Arais Misir 1951 344).

    Üzeyr (a.s)'in adi Kur'an-i Kerîm'de bir yerde geçmektedir: "Yahudiler. 'Üzeyr Allah'in ogludur; dediler. Hristiyanlar da: Mesih Allah'in ogludur' dediler. Bu onlarin agizlariyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden inkâr etmis(olan müsrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onlari kahretsin nasil da (haktan batila) çevriliyorlar!.. Hahamlarini ve rahiplerini Allah'tan ayri rehber edindiler Meryem oglu Mesîh'i de. Oysa kendilerine yalniz tek Tanri olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmisti. Ondan baska ilâh yoktur. O onlarin ortak kostuklari seylerden münezzehtir" (et-Tevbe 9/30 31).

    Burada söz konusu olan Üzeyr (a.s) hakkinda çesitli rivâyetler vardir. En meshuru ibn Abbas'in rivâyetidir. Buna göre Yüce Allah isrâil ogullarinin elinde bulunan Tevrat'i onlardan aldi. Tevratin içinde bulundugu sandigi kaybettiler. Ayni zamanda Tevrat zihinlerinden de silindi. israil ogullari buna çok üzüldüler. Bilhassa Üzeyr (a.s) Allah'a çok ibâdet etti; O'na yalvarip yakardi. Allah'tan inen bir nur onun kalbine girdi. Unutmus oldugu Tevrat'i hatirladi. Ondan sonra Tevrat'i yeniden israil ogullarina ögretti. Daha sonra Tevrat'in içinde bulundugu sandik bulundu. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'in ögrettiginin aslina uygun oldugunu gördüler. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'i çok sevdiler. Fakat bu hususta asiri gittiler. "O olsa olsa Allah'in ogludur" dediler (ibn Cerir et-Taberî Camiu'l-Beyân Misir1951 X111). Bu âyetler onlarin bu hususta asiri gitmelerini ve Hristiyanlarin da isâ (a.s) Allah'in ogludur diye söylemelerini reddetme mahiyetinde nazil olmustur. Onlarin bu sözlerinin batil oldugu anlatilmis ve Yüce Allah'in onlarin bu iddialarindan münezzeh oldugu ifâde edilmistir (el-Beydâvî Envaru't-Tenzîl ve Esraru't Te'vîl Misir 1955 I 196).

    Yahudilerin bu hususta asiri gitmeleri Kur'an'in baska yerlerinde de tenkid edilmistir. "Vay haline o kimselerin ki Kitabi elleriyle yazip az bir paraya satmak için "Bu Allah'in katindandir. " derler. Ellerinin yazarligindan ötürü vay haline onlarin! Kazandiklarindan ötürü vay haline onlarin!" (el-Bakara 2/79) mealindeki âyette Yahudiler kasdedilmektedir. Onlarin Tevrat'i tahrif ettikleri ondan sonra kendileri tarafindan yazilan bir kitabi Allah'in kitabi diye tanitmalari söz konusudur. Onlar bu sekilde kitab yazmislar Allah'in kelâmi olarak ileri sürmüsler ve bununla menfaat ile nüfûz saglamaya çalismislardir. Bu âyette onlarin bu yaptiklari tenkid edilmektedir (Muhammed Ali es-Sâbûnî Safvetu't-Tefâsir istanbul 1987 I 71 vd).

    Asagidaki âyette de Yahudilerin bu durumu tenkid edilmistir:

    "Onlardan bir grup okuduklarini kitaptan sanasiniz diye kitabi okurken dillerini egip bükerler. Halbuki okuduklari kitaptan degildir. Söyledikleri Allah katindan olmadigi halde "Bu Allah katindandir. " derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âlu imran 3/78).

    ibn Abbas (r.a)'dan nakledildigine göre bu ayette de Yahudiler kasdedilmektedir. Buna göre onlar Allah'in kelâmini kaybetmisler. Kendi uydurduklarini Allah'in kelami olarak tanitmaya çalismislar. Onlarin bu yaptiklari yalan ve uydurmadir (ez-Zemahserî el-Kessâf Kahire1977 I 182 vd.).

    Üzeyr (a.s) ile ilgili bulundugu söylenen diger bir ayet de söyledir;

    "Yahut görmedin mi o kimseyi ki evlerinin çatilari duvarlari üzerine çökmüs (yikik dökük olmus) issiz bir kasabaya ugradi. "Ölümünden sonra Allah bunlari nasil diriltir acaba!" dedi. Hemen Allah onu öldürdü yüz sene sonra tekrar diriltti. "Ne kadar kaldin burada?" dedi. "Bir gün yahut bir kaç saat" dedi. Allah ona: "Bilakis yüz sene kaldin. Yiyecegine ve içecegine bak henüz bozulmamistir. Bir de esegine bak. Seni Insanlar için bir âyet (ibret isâreti) kilalim diye (yüz sene ölü tuttuk sonra tekrar dirilttik). simdi sen kemiklere bak onlari nasil birbiri üstüne koyuyor sonra ona nasil et giydiriyoruz. " dedi. Durum kendisince anlasilinca "süphesiz Allah'in her seye kadir oldugunu bilmeliyim" dedi (el-Bakara 2/259).

    Bu ayette söz konusu olan zatin kim oldugu hususunda çesitli rivâyetler vardir. Fakat alimlerin ekseriyetine göre bu zat Üzeyr (a.s)'dir (el-Beydâvî Envaru't-Tenzîl I 57).

    Hz. Muhammed (s.a.s) Üzeyr (a.s)'in peygamber olup olmadigi hususunda söyle buyurmustur: "Bilmiyorum Üzeyr peygamber midir degil midir?" (Ali Nasif et-Tâc III 302). Bundan dolayi Islâm inancinda Üzeyr (a.s)'in peygamberligi ihtilafli kabul edilmistir.

    Peygamber olsun veya olmasin Üzeyr (a.s) Allah'a tam manasiyla inanmis kamil imân sahibi olan bir zatti. Hayati boyunca Allah'in rizasini kazanmak için serden kaçmis hayra kosmustur. Çevresindeki Insanlari da bu sekilde inanmaya ve Allah'in emir ile yasaklarina riâyet etmeye davet etmistir. ​
     
  9. ......

    ...... Misafir



    Hz. ZULKIFL (a.s)

    Kur'ân'da adi geçen peygamberlerden biri.
    Kur'ân'da iki yerde kendisinden bahsedilmektedir: "ismâil idris ve Zülkifl hepsi sabredenlerdendi. Onlari rahmetimize soktuk. süphesiz onlar salih olanlardandi" (el-Enbiyâ 21/85 86).

    Âyette geçen "Zülkifl" adi degil lakabidir ve "nasib ve kismet sahibi" anlamina gelir. Fakat burada dünyevî zenginligi degil onun üstün kisiligini ve âhiretteki derecesini kastetmek için kullanilmistir. Onun gerçek adi hakkinda çok farkli rivayetler vardir. Yahudiler O'nun israilogullarinin esâreti sirasinda peygamber tayin edilen ve vazifesini Habur irmagi yakinlarinda bir bölgede yapan Hereksel oldugunu iddia etmislerdir. Âlimlerin bir kismi da onun Eyyub (a.s)'in kendisinden sonra peygamber olan Bisr adindaki oglu oldugunu söylemislerdir. Fakat bu görüslerin hiç biri kesinlik derecesine sahip degildir.

    Zülkifl (a.s)'in peygamber olmadigi söyleyenler olmussa da âlimlerin ekseriyetine göre peygamberdir ve makbul olan görüs de budur (el-Kurtubî el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'ân Kahire 1967 XI 327 vd.; el-Alusî Ruhu'l-Meânî Beyrut t.y. XVII 82; el-Mevdudî Tefhimu'l-Kur'ân istanbul 1991 III 327).

    Yüce Allah Eyyûb (a.s)'in kissasini arzettikten sonra peygamberlerinden bazilarini anmis ve onlari övmüstür. insanlari tevhide çagiran Allah'in sevgi ve övgülerini kazanan bu peygamberden biri de Zülkifl (a.s)'dir. Bu konudaki âyetlerin meâli söyledir:

    "Kuvvetli ve basiretli kullariniz ibrahim'i ishâk'i ve Yâkub'u da an. Biz onlari ahiret yurdunu düsünme özelligiyle temizleyip kendimize halis (kul) yaptik. Onlar bizim yanimizda seçkinlerden hayirlilardandir. ismâil'i Elyesâ'i Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir" (Sad 38/45 46 47 48).

    Taberî'de yer alan bir rivayete göre Zülkifl (a.s) sam'da otururdu. Oradaki halki Allah'a inanmaya O'na ibadet etmeye ve dürüst bir sekilde yasamaya çagirdi ve orada vefât etti (et-Taberî Tarih Misir 1326 I 167)​
     
  10. ......

    ...... Misafir



    ASHAB-I KEHF

    Ashab-i Kehf Yahudiler'in "genç yigitler" dedikleri kisilerdir. Bunlara; "magara arkadaslari" "yedi uyurlar" adi da verilmektedir. Kehf sûresin onuncu âyetinden yirmi yedinci âyetin sonuna kadar Ashâb-i Kehf'den bahsedilmektedir.
    Ibn ishak'in naklettigine göre Ashâb-i Kehf isa aleyhisselâm'in dini üzere amel eden birkaç genç olup bunlar kendilerini putlara taptirmak veya öldürmek için takip eden Roma toplumu ve bölge valisine karsi mücâdele ve dinlerini korumak üzere daga çikmis magaraya gizlenmislerdi. Cenâbi Hak onlari düsmanlarindan korumak ve öldükten sonra dirilmeye ibret ve isaret kilmak için üçyüzdokuz yil magarada uyuttu. Uyandiklari zaman birkaç saat uyuduklarini sandilar. içlerinden birisi bir seyler almak için kasabaya inince bir kaç asir önceki gümüs para olayin anlasilmasina yol açti. Böylece topluma öldükten sonra dirilmenin uygulamasi gösterilmistir (9-22). ​
     
  11. ......

    ...... Misafir



    Hz. MUHAMMED (s.a.s)

    Hak din olan İslâm'ın son peygamberi (Hicretten önce 53-H.11/571-632).

    Doğumu Çocukluğu ve Gençliği:

    İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini sağlamak üzere Allah Teâlâ tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz genellikle kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de doğdu. İslâm tarihi kaynakları Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a kadar ittifak edilmiş ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'ın şeceresi şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.

    Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah ticarî bir seferden dönüşünde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi Amine Kureyş Kabilesinin kollarından Benû Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke eşrafı çocuklarını çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip oldukları için Hz. Peygamber kendi annesi Amine tarafından ancak bir kaç kez emzirilmiş süt anneye verilinceye kadar da amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe O'na süt annelik yapmıştı. Daha sonra Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevâzin kabilesinin kollarından Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve sıcak havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı görülüyor; ayrıca hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili yabancı tesirler altında kalabildiğinden fesahat ve belâğata önem veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri ilk yıllarının Arapçanın saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve belâgatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün yapmış Benû Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını geçiren Hz. Peygamber ileride üstleneceği ilâhî risâlet görevi için hem bedenen hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz. Peygamber'in kırk yaşından itibâren yürüttüğü İslâm'a davet vazifesi kabul etmek gerekir ki aslında meşakkatli yorucu bir takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu ve meşakkatli görevi lâyıkıyla yerine getirebilmek için sağlam ve sıhhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber böylelikle çocukluğunun ilk yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı havasından uzaklaşmış suyu ve havası güzel bâdiyede sağlıklı bir şekilde gelişme imkânını bulmuş oluyordu. Diğer taraftan güzel konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur. İleride muhtelif insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin şüphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve dili davasının uğrunda en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocukluğundan itibâren davet faâliyeti için hazırlanıyordu. Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadığından bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayıp Cenâb-ı Hakk'ın yönlendirmesi kontrol ve murâkabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yanında iken vukû bulan "Göğsünün yarılması" (Şerhu's-Sadr veya Şakku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in göğsü görevli iki melek tarafından yarılmış kalbi çıkarılarak Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber rûhen davete hazırlanmış oluyordu.

    Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne halime tarafından Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed altı yaşına kadar annesi Amine'nin yanında kaldı. Bu sıralarda Amine Hz. Peygamber'i de yanına alarak Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile altı yıl kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim hem de öksüz kalan çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede kalben büyük bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği Hâşimoğullarının Mekke'deki itibârı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik kabiliyet ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış olması onun Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan sözüne itibâr ve itâat edilen bir reis hâline gelmesini sağlamıştı. Abdülmuttalib Kâbe duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini taşıyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkının çeşitli problemlerini dinler ve çözüm yolları arardı. Dedesi Abdülmuttalib'in yanından hiç ayrılmayan küçük Muhammed Dâru'n-Nedve'de yapılan idareye ve çeşitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yanında bulunuyor ve daha o yaşlarından itibaren zulmün hâkim olduğu Mekke toplumunda ortaya çıkan problemleri insanların dinî idârî iktisadî ilmî ictimâî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde bulunduklarını yakından görüp idrâk ediyordu.

    Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdülmuttalib seksen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bünye uğradığı hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında Hz. Muhammed'in babası Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti. Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebu Talib'in yanında kalmıştır.

    Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadığından tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i değil aynı zamanda diğer Mekkelileri de ilgilendiren bazı olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı rol kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasında şüphesiz önemli olanlarından birisi Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahirâ adlı râhib İslâm kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanâatine varmıştı. Müsteşrikler bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak İslâm'ın doğuşunda Hristiyan rûhiyâtının etkileri olduğunu Râhib Bahîrâ'nın dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî şuuru geliştirerek ileride İslâm'ı ortaya attığını iddia ederlerse de İslâmiyet'in temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın temeli olan teslis * inancının aslâ bağdaşamaz bir karakterde oluşu İslâm'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini şirk olarak kabul etmesi bu iddiânın ne derece asılsız ve gülünç olduğunun en açık delillerindendir (geniş bilgi için bkz. Bahîrâ maddesi).

    Hz. Peygamber bu ilk seferin ardından daha sonraki yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke. dışına yapılan bazı ticari seferlere katılmış muhtelif bölgelerde yaşayan insanların farklılık arzeden dinleri örf ve âdetleri hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin daha sonraları İslâm'ı tebliğ ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna göre cereyan eden bu olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak değerlendirmek gerekir.

    Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi müstakbel peygamberi rûhen de davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin her türlü şirk ve sapıklığından kötülük ve ahlâksızlığından uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayramı olan Büvâne'ye çocukluk yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile götürülen Hz. Muhammed âdet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada hazır bulundurulan bir puta tapmak içiri sıraya girdiğinde henüz kendisine sıra gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık geçirmişti. Bu olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak için her hangi bir ısrarda bulunmadılar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yıllarından itibâren hayatı boyunca aslâ hiç bir puta tapmadığı gibi onlar adına kurban kesmemiş putlar adına kesilen hayvanların etini yememiş onlar adına yemin etmemiş hatta onların adını dahi ağzına almaktan hoşlanmadığını belirtmişti. ​
     
  12. ......

    ...... Misafir



    Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebû Tâlib'e yardımcı olmak için gençlik yıllarında Mekkelilere ücretle çobanlık yapan Hz. Muhammed çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı debdebeli şirkin hâkim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı karşıya gelmiş bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü gelişerek herşeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini O'na eşler koşmanın sapıklık olduğunu iyice kavramış karşılaştığı bir takım sıkıntı ve meşakkatler O'nu rûhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık yaptığı günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire inen Hz. Peygamber eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-ı Hakk'ın kendisine verdiği bir uyku ile içkilerin içildiği oyunların oynandığı ahlâksızlıkların yapıldığı bu işret âlemini seyretmekten dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine böyle bir eğlenceyi seyretme arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber böyle bir şeye teşebbüs etmemiş istek de duymamıştı.

    Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi arasında Ficâr Harbi vukû buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve güçte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp taktik ve teknikleri sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler oluşturduğu bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir üye olarak katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü'l-Fudûl ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz. Peygamber cemiyet meselelerini yakînen tanımış câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini güç ve kuvvet karşısında zâlimlerin nasıl eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü.

    Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen evlilik Hz. Muhammed'in amcası Ebû Tâlib'in yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice'den altı çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb Rukiyye Ümmü Külsüm ve Fâtıma adlarını almışlardı. Bunların dördü de babalarının peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine Ebû'l-Kâsım künyesi verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adında iki oğlu daha olduğunu zikrederken diğer bazı kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'ın lâkabı olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı câriye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocukları henüz küçük yaşlarda vefat etmişlerdi.

    Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla sağlamaya çalışmış bazan ortaklık yoluyla bazan müstakil olarak ticaret yapmıştı Hz. Muhammed bu ticarî muamelelerindeki dürüstlüğü doğru sözlülüğü ahde vefası âdil ve âlicenâb davranışları herkes hakkında iyimser davranıp elinden gelen iyilik ve yardımı yapması yoksulun muhtacın elinden tutması yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi ahlâkî olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmiş çevrede herkesin güvenip itibar ettiği sayıp sevdiği bir kişi hâline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir kişi" lâkabını vermişlerdi.

    Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayı ve bu olay sırasında el-Haceru'l-Esved'in* yerine konması meselesinde Mekke sülâleleri arasında çıkan ve kanlı bir çatışmaya dönüşme temâyülü gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve âdil bir şekilde çözmesi O'na duyulan güveni daha da artırmıştı.

    Allah'ın mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan itibâren Rabbi ile başbaşa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde işlenen haksızlıklar zulümler ahlâksızlıklar din adına icrâ edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa Hz. Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız sessiz sakin bir mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibâren Hz. Peygamber belli zamanlarda özellikle Ramazan ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor uzlet yeri olarak kendisine seçtiği Hıra dağındaki bir mağarada günlerini geçirerek Cenâb-ı Hakk'ın varlığını birliğini kudret ve azametini O'nun gücü karşısında mahlûkatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab Teâlâ'nın insanlara sonsuz nimetlerini buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü onların dinî siyasî ictimâı ahlâkî vs. yönlerden içerisine düştükleri kötü durumları hatırlıyordu. İşte bu uzletgünleri Hz. Peygamber'i rûhi ahlâkî bir olgunluğa götürdüğü gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir yüceliğe de eriştirdi. ​
     
  13. ......

    ...... Misafir



    Peygamberliği ve Mekke Dönemi:

    Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir sırada kırk yaşında iken yine böyle bir uzlet anında Hıra mağarasında Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlere vahiy getirmekle görevli meleği Cebrâil (a.s) O'na ilk vahyi Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini getirdi. Artık Allah'ın Rasûlü insanları hak din olan İslâm'a çağırmakla görevli idi. O bu görevine ailesi halkından ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından gerçeği kabul edebilecek kabiliyetde olan fıtratı bozulmamış düşünme istidadı körelmemiş kişilerden başladı. İlk önce O'nu sevgili eşi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir çocuklardan Hz. Afi âzadlı kölelerden Zeyd b. Hârise kendisine ilk iman eden kimselerdi. Ardından Hz. Ebûbekir'in de aracılığıyla Hz. Osman Abdurralıman b. Avf Zübeyr b. el-Avvâm Talha b. Ubeydullah Sa'd b. Ebî Vakkâs Ebû Ubeyde b. el-Cerrah Sa'id b. Zeyd Abdullah b. Mes'ûd gibi şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli sürdürdü. Yalnız bu gizlilik İslâm'ın esasları ve prensipleri açısından değildi. İslâm sır perdeleri arkasında gizli saklı esrarengiz ve gizemli anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık net anlaşılır sâde arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu gizlilik İslâm'ın sadece belli bir zümreye has bir grup dini oluşundan da değildi. Aksine İslâmiyet cihanşümûl bir din olup bütün bir beşeriyetin hidayet ve saâdetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber'in ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi çevredeki insanların İslâm'a karşı takındıkları düşmanca tavırdan inanç ve ibadet hürriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından kaynaklanıyordu. Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi filizlenmekte olan İslâm davâsına acımasız bir balta vurulmaması açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faâliyetini genellikle davet merkezi edindiği Dâru'l-Erkam'dan yürütmüştür. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın* Kâbe karşısında Safâ tepesi yamaçlarındaki evi idi. İlk müslümanlardan bir çoğu İslâm'ı burada kabul etmişler Hz. Peygamber'in eğitimine burada mazhar olarak İslâm'ın eşsiz esaslarını ruhlarına ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada İslâm davâsına gönül bağlayarak mallarını ve canlarını bu hak davâ uğrunda fedâdan çekinmeyen sâdık vefâlı ve ihlâslı bir kadroyu oluşturmakla meşgûldü. O biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın İslâm davâsının ortaya çıkıp yayılması mümkün değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in bu devredeki icraatı ashabını birbirine kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel bir bağlılık oluşturmuştu.

    İşte Hz. Peygamber İslâm davâsı etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibâren İslâm'ı açık açık tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslâm'ı engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler Hz. Peygamber'e ve İslâma samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle korunmasız müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber isteyen müslümanların Habeşistan'a gidebileceklerini belirtip hicret izni verince nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında müslümanlardan birer grup I. ve II. Habeş hicretlerini gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların böylece Mekke hâricine İslâm'ı taşımaları müşriklerin hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve inâyeti sebebiyledir ki İslâm'a gösterilen bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Meselâ azılı müşriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibâra sahip olan Hz. Hamza'nın müslüman olmasını sağladı. Ardından Mekke idare meclisi Dâru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü şahsiyet Ömer b. el-Hattâb Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu ararken aslında ayakları onu hidâyete sevkediyor ve Ömer'in gücü İslâm saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nın ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen günlerde Habeş muhâcirlerinden bir kısmı Mekke'ye geri döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp cehâlet ve bağnazlıkla bağlandıkları ata dinlerini zulme dayalı olduğu için İslâm'ın ortadan kaldıracağı şahsî çıkar ve menfaatlerini bâtıl tahakküm ve zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar hem de müslümanları koruyan Hâşimoğulları peygamberliğin yedinci senesi ile onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve muhâsaraya marûz kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla ne de onları koruyan Hâşimoğulları ile hiç bir münâsebette bulunmayacaklarına her türlü ilişkiyi keseceklerine onlarla hiç bir şekilde alış-verişte bulunmayacaklarına oturup kalkmayacaklarına kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış bu karan yazdıklan sahifeyi Kâbe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu karara muhâlefet eden hem vatana hem de dine ihânet etmiş sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar elbette müslümanlara sıkıntılı güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhâsara kaldırıldığı vakit müslümanlar pek ziyade sevinme imkânı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını amcası Ebû Tâlib'i ve eşi Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullâh'ın üiüntüsüne müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı* adını verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefatı Hz. Peygamber'in Mekke'de İslâm'ı tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Tâlib'in sağlığında Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle bir ortamda İslâm'ı tebliğ etmek âdeta imkânsız hâle geldiğinden Hz. Peygamber İslâm'ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Hârise ile birlikte bir gün gizlice Tâif'e gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü alaylı ve acımasız muâmele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyâsi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir emân ve himâye altında girmek gerektiğine kanâat getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himâyesini sağladı ve onun koruması altında şehre girdi. ​
     
  14. ......

    ...... Misafir



    Yıllar boyu Mekkelilerin İslâm'a karşı gösterdiği kin; düşmanlık ve engellemeler üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhâsara olayı ardından Ebû Tâlib'in ve Hz. Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına mâruz kalması bunu tâkiben de Tâif halkının horlayıcı tavn her ne kadar Allah Rasûlünün ümit ve azmini kıramamış davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de şüphesiz bir beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en büyük mûcizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-ı Hak Rasûlünü teselli etmek bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O'nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz. Peygamber'in İsrâ ve Mirâc mûcizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde önce Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi âlemi Cennet ve Cehennem'i müşahede etti. Böylece rûhen takviye görmüş Rabbi tarafından mükâfaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke'ye döndü.

    Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslâmî tebliğine yine devam ediyordu. Fakat İslâm'ın kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle Mekke'ye dış kabilelerden hac umre veya ticaret gibi maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen olaylı bazen sert nâzik veya mütereddit ama hep menfi bir tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine'nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber'le karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O'na iman ettiler. Bu altı Medineli şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslâm'ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli onu Hazrecli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz. Peygamber'le buluşup O'na bey'at ettiler. I. Akabe bey'atı olarak tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber İslâm kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl süreyle yaptığı faâliyet öylesine verimli olmuştu ki İslâm'ın bahsedilmediği ve girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler Allah Rasûlünü şehirlerine buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kıvâma erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında Medine'den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey'atı'nı gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanları malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı. İşte bu and ve karşılıklı söz vermelere İslâm tarihinde "Akabe bey'atları * " adı verilmiştir.

    Hicret ve İslâm Devleti:

    Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni baskılar müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber'in izni ile Ashâb-ı kirâm gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi Hz. Ali Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkân bulamamış olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak zinde bir güç oluşturmaları Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler gizli bir celsede karşılaşılan bu zor problemi çözme yollarını aradılar. Yegâne kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrâsı için hazırlıklar yapılırken Cebrâil (a.s) vâsıtasıyla durumdan haberdâr olan Hz. Peygamber de hicret için hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir'le önceden hazırladığı plân gereğince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği zaman Ensâr ve Muhâcirûn'un O'nu karşılaması son derece heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının ricası üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında bilfiil kendisi de çalışarak bir mescid inşâ ettirdi. Kubâ'ya gelişinin beşinci günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle vakti Rânunâ adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş coşkun bir tezâhürât sevgi ve saygıyla Hz. peygamber'i karşılıyor şehirlerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ kendi hâline bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine ait hâne-i saâdetleri inşâ edilinceye kadar buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî Hazretlerinin evinde misafir kaldı.

    Böylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faâliyetinde yeni bir dönem Medine dönemi başlamış oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber İslâm'a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslâm'ın bağımsızlığı ve hâkimiyetini ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak şey bu vatan sathında İslâm cemâatını teşkilatlandırmak insanların birbirleri ile olan münâsebetlerini hak ölçüleri içerisinde düzenlemek ve hakkın hâkimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden artık Medine'ye hicretin ilk günlerinden itibâren O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme diye adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan İslâm devletı'nin idâre merkesi htikümet binası harp karargâhı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i inşâ etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa İslâm cemâatının bütün İslâmî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya başlanan ezan sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilân değil aynı zamanda İslâm hâkimiyetini âleme haykıran bir sembol ve şiâr idi. Komşu devletlerle münâsebetlerin tanzimi için henüz hicri birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz. Peygamber'in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensâr'dan bir kişi ile muhâcirûn'dan bir kişinin bir araya getirilerek İslâm topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan muâhât * başka bir çok faydaları yanısıra İslâm devleti'nin asıl unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa müslümanları olduğu kadar Medine'de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber'in devlet başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslâm'ın hakimiyet ve koruması altına alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması hedefleniyordu. ​
     
  15. ......

    ...... Misafir


    Hz. Peygamber plânlı ve sistemli bir şekilde İslâm devletini teşekkül ettirmek için içte bu tedbirleri alırken elbette ülke dışındaki güçleri de hesaba katmak gerekiyordu. Bu bakımdan komşu devletleri tanımak İslâm varhgını onların resmen tanımalarını sağlamak iyi ilişkiler kurarak İslâm'ın yayılmasına imkân hazırlamak üzere Hz. Muhammed çevresindeki komşu kabileler ile ilişkiler kurdu. Bu arada müslümanlar Mekke'de evlerini barklarını mallarını mülklerini terkederek dinleri uğrunda yurtlarından ayrılmış olmalarına rağmen İslâm'a kin ve husûmetleri durmak bilmeyen Kureyş müşriklerinin düşmanca faâliyetleri onlara yönelik bazı askerî seferler düzenlenmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra Kureyş ileri gelenleri Medine'deki Yahûdi ve münâfık reislerine mektuplar ve haberler göndererek onları İslâm'a karşı kışkırtıyor kendileriyle işbirliğine çağırıyor ayrıca kendilerine yardımcı olmadıkları takdirde sadece Müslümanları yok etmekle kalmayacakları onlara yataklık ettikleri için gayri müslim de olsa Medine'deki herkesi cezalandıracakları tehdidini savuruyorlardı. Bu düşmanlık ve tehditler sadece sözde kalmadı ve zamanla uygulamaya konuldu. Hicretin üzerinden henüz yeni bir yıl geçmişti ki Kürz b. Câbir el-Fihrî adlı bir müşrik yanındakilerle birlikte Medine'nin dış meralarında otlayan sürülere bir baskın yaptı ve bir miktar zarara yol açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber Kürz b. Câbir'i tâkibe çıkmış bu tür tecâvüzlerin tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri de almıştır. İşte bu tedbirlerden biri olarak çıkarılan Abdullah b. Cahş seriyyesinde ilk kez müslümanlarla müşrikler arasında çatışma çıktı ve kan döküldü (2/624). Bu çatışma sırasında müşrik ileri gelenlerinden Amr b. el-Hadramî öldürülmüştü: Harp için zaten fırsat kollayan Mekke müşrikleri bunun intikamı için derhal harekete geçtiler. Bu arada geliri ile harp masraflarını karşılamak üzere çıkarılan Ebû Süfyan kervanının Hz. Peygamber tarafından tâkip altına alınması Kureyş'in harp niyetini hızlandırdı ve Bedir Gazvesi vukû buldu (2/624). Bedir harbi müşriklerin tam bir hezimeti ile sonuçlanmış ve İslâm devleti azılı bir çok düşmanından kurtulmuştu. Bu arada Hz. Peygamber'in İslâm devleti'nin vatandaşları kabul ettiği bu sebeple de kendileri ile anlaşma yaparak can ve mal güvenliklerini sağladığı din ve vicdan hürriyetlerini tanıdığı Yahûdi kabilelerinden Kaynukâ oğulları'nın serkeşlikleri ortaya çıktı. Bedir * savaşının sonucu karşısında duydukları üzüntü Kureyşlilere ulaştırdıkları taziyeler ikaz ve nasihatlara karşı serkeş tavırları ve bütün bunlara ilave olarak müslümanların ırz ve namuslarına tasallut edip bir de müslümanı öldürmeleri Medine'den onların sürülmeleri neticesini doğurdu (2/624). Böylece İslâm devleti bizzat içte önemli bir tehlikeyi ve bir çıbanbaşını bertaraf etmiş oluyordu.

    Bunu izleyen yıllarda vukû bulan ve İslâm tarihi kaynaklarının bütün teferruatı ile naklettiği Uhud * Benû'n-Nadir * Benül-Mustalık * Hendek * Benû Kureyza * Hayber * Mekke fethi * Huneyn * ve Tebûk * gibi büyük gazveler başta olmak üzere Hz.Peygamber'in bütün seferleri ile çıkarılan bir seri seriyye hep İslâm devletinin giderek daha da güçlenmesini sağlamıştır. Ayrıca bütün bu seferler ve muhârebeler Hz. Peygamber'in eşsiz bir komuta gücüne büyük bir sevk ve idâre kabiliyetine ölçülmez bir cesaret ve şecâata sahip olduğunu ispatladı. Yalnız bizzat Hz. Peygamber'in hadislerinde: "...Ben rahmet peygamberiyim ben harp peygamberiyim " (İbn Hanbel IV 395; V 405) şeklinde ifadesini bulduğu gibi zaruri olduğu zaman harp peygamberi olan Hz. Muhammed aslında sulhü harbe daima tercih ediyordu. Hz. Peygamber'in duyduğu sulh arzusu hicretin altıncı yılı sonlarında Kureyş'le imzalanan Hudeybiye Musâlahası'nda Kureyş'in ileri sürdüğü ilk bakışta müslümanlar açısından çok ağır görünen ve hattâ Hz. Ömer'in dilinde ifadesini bulduğu üzere Ashâbı kirâm tarafından "zillet" gibi kabul edilen bir takım şartlar O'nun kabûlünü gerektirmişti. Gerçekte bu şartlar daha sonra tamamıyla müslümanların lehine dönüşmüş ve Hudeybiye barış anlaşması "apaçık bir fetih"olmuştu (el-Fetih 48/1 âyetinde bu hususa işaret olunmaktadır). Bu barış sayesindedir ki Kureyş'in İslâm'a düşmanlıkta baş çeken reisleri İslâm saflarında yer almaya başladı. Yine bu musâlaha sayesindedir ki İslâm'ın sesi baştan başa Arap Yarımadası'na ulaştığı gibi Bizans İran Habeşistan ve Mısır gibi güçlü ülkelere iletitdi ve cihanşümül İslâm daveti hızla ilerlemeye başladı.

    Bu arada Hicretin sekizinci senesinde Mekke'nin fethedilmiş olması ve Mekke halkının tamamıyla İslâmiyet'i kabul etmeleri sebebiyle müslümanlara hac etme imkânı doğmuştu. Ancak Arap Yarımadası'nda hâlâ mevcut müşrik Araplar da kutsal bir ibâdet sayarak Mekke'ye hac yapmaya geleceklerinden ve hac sırasında câhiliye âdetlerini irtikap edeceklerinden Hz. Peygamber müşriklerle bir arada bizzat kendisi hac yapmayı uygun bulmadı. Fakat haccetmek isteyenlere de engel olmayarak başlarına Hz. Ebûbekir'i hac emîri tâyin etti. İşte böylece hicretin dokuzuncu yılı hac mevsiminde bazı sahabiler haccetmek üzere Medine'den yola çıkmışlardı; ki Hz. Peygamber'e Tevbe (Berâe) Sûresi'nin ilk otuzaltı âyeti nâzil oldu. Bu âyetler müşriklere verilecek bir ültimatom ve notayı ihtiva ediyor; bundan böyle hac içinde olsa hiç bir gayri müslimin Mekke harem bölgesine giremeyeceği eskiden câhiliye döneminde Arapların yaptığı şekilde Kâbe'nin çırılçıplak tavâf edilmesi âdetinin kaldırıldığı; İslâm devleti ile andlaşması bulunan müşrikler ile münasebetlerin antlaşma süresi doluncaya kadar andlaşmada belirlenen esaslar içerisinde sürdürüleceği antlaşma süresi dolunca yeni bir antlaşma cihetine gidilmeyeceği ve bu durumdaki kabilelerin ya müslüman olmak ya da İslâm'a düşmanlığı kabul etmek şıklarından birisi ile karşı karşıya kalacakları antlaşması olmayan veya süresinden evvel antlaşmayı bozmuş olan müşrik Araplara ise dört aylık bir mühletin verildiği bu mühletin sonunda bu kabilelerin de ya müslüman olmayı ya da İslâm'a düşmanlığı kabul durumunda olacakları hükümlerini getiriyordu. İşte bu hükümler yapılan hac sırasında Arap Yarımadasının muhtelif yerlerinden hac etmeye gelmiş farklı kabilelere mensup müşrik Araplara Hz. Peygamber'in görevlendirdiği Hz. Ali tarafından tebliğ edildi. Bu ültimatomu alan müşrik Araplar hac sonrasında memleketlerine döndükleri zaman tüm kabile mensupları ile bir durum değerlendirmesi yaptılar ve bu sıralarda Hz. Peygamber'in gönderdiği İslâm'ı tebliğ eden gruplara ve görevlilere İslâm'ı kabul ettiklerini bildirerek İslâm devleti'nin hâkimiyetine girdiler. Böylece Hz. Peygamber hicretin onuncu senesinde İslâm dinini ve İslâm hâkimiyetini baştanbaşa tüm Arap Yarımadası'na ulaştırmış görevini lâyıkıyla yerine getirmiş oluyordu.

    Tamamlanan İslâm İnkılâbı ve Hz. Peygamber'in Vefatı:

    Zamana ve zemine uygun bir şekilde nerede nasıl hareket edeceğini gayet mükemmel hesap eden ve plânlı bir strateji uygulayan Hz. Muhammed yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede tarihte eşine rastlanılmayacak büyük bir inkılâbı gerçekleştirmişti. Kırk yaşında peygamberlik görevine başladığı zaman yapayalnızdı. güçsüzdü maddi imkânları yoktu. Buna mukâbil mücâdeleye giriştiği toplum tasawur edilebilecek en aşağı seviyede bulunuyordu. Müşriklerin inanç ve ibadetleri son derece mantıksıı ve gülünçtür; ahlâk telâkkileri müptezeldi; hak adâlet anlayışları zulmün göstergesiydi; menfaatler her şeyin üstünde tutuluyordu. Böyle bir ortamda Hz. Peygamber'in yılmadan yorulmadan büyük bir azim ve iştiyakla yürüttüğü İslâm daveti yirmiüç senede öyle bir sonuç verdi ki; artık o dönemden "Asr-ı Saâdet" "Saâdet asrı" diye bahsetmek gerekecekti. Hz. Peygamber gerçekleştirdiği bu büyük inkılâbın heyecanı ve görevini lâyıkıyla yapmış olmanın huzur ve mutluluğu içerisinde kendisine iman edenleri hicrî onuncu senenin hac mevsiminde hac yapmak üzere Mekke'de topladığı zaman genellikle kabul edildiğine göre etrafında 114.000 sahâbi vardı. Bu hac Hz. Peygamber'in son haccı olduğu için ve yaptıkları konuşmalarında bir bakıma ashâbına vedâ ettiğinden "veda haccı" diye adlandırılmıştır. Bu haccın yerine getirilişi sırasında Peygamber Efendimiz muhtelif ibadet yerlerinde yaptığı konuşmalarında başlangıcından o güne kadar tebliğ ettiği hak dinin temel esas ve prensiplerini öz ve veciz ifadelerle etrafım çevreleyen ashâbının şahsında bütün ümmetine son bir kez daha takdim ediyor ve Rabbinden "dinin artık tamam olduğu" mesajını alıyordu (el-Maide 5/3). ​
     
  16. ......

    ...... Misafir



    Hz. Peygamber Vedâ haccı'ndan Medine'ye döndükten sonra Üsâme b. Zeyd komutasında bir orduyu Bizans üzerine sevketmeye niyetlendi ve genç komutanını çağırarak gerekli tâlimâtı verdi. Ancak ordunun sefer hazırlıkları yapılırken Hz. Peygamber'in başlayan rahatsızlığı gün geçtikçe şiddetlendi ve O'nu bîtâb bir şekilde yatağa düşürdü. Hastalığının ilk günlerinde namaz vakti olduğu zaman mescide çıkıp ashâbına namaz kıldırıyordu. Ama 8 Rebîulevvel perşembe günü akşam üzeri geçirdiği bir baygınlıktan sonra o günün yatsı namazından itibaren imamlık Hz. Peygamber'in emri ile Hz. Ebûbekir'e havâle edildi. Hicrî onbirinci yılın 12 Rebîulevvel pazartesi günü kuşluk vaktinde de kelime-i tevhid getirerek ve Rabbini kasıtla: "... Yüce dosta!" diyerek Rabbine kavuştu.

    Hz. Peygamber'in cenazesinin hazırlanması yıkanması kefenlenmesi işlerini Hz. Ali Hz. Abbâs Abbâs'ın oğlu Fazl Üsâme b. Zeyd gibi yakınını yerine getirdi. Peygamberlerin vefat ettikleri yerde defnolunacaklarına dair Hz. Ebûbekir'in rivayet ettiği bir hadis dolayısıyla Hz. Peygamber'in vefat ettiği Hz. Âişe'nin odasında bir kabir kazıldı. Bu arada Ashâb-ı kirâm grup grup gelerek Rasûl-ü Ekrem için cenâze namazı kıldılar. Oda küçük olduğundan küçük cemaatlar halinde kılınan cenâze namazı bir hayli uzun sürmüştü. Bu sebeple Hz. Peygamber'in nâşı ancak çarşamba günü gece vakti kabre indirilebildi.

    Peygamber Efendimiz vefat ettiklerinde 63 yaşında idi.

    Hz. Peygamber'in Vücut Özellikleri:

    Hz. Peygamber uzuna yakın orta boylu pembemsi nûranî beyaz tenli olup iri yapılı idi. Ama şişman değildi ve göbeği göğüs hizasından taşmazdı. Uyumlu ve dengeli bir vücuda sahip olan Hz Peygamber'in başı irice olup O'na ayrı bir güzellik ve heybet veriyordu. Saçları kumral olup düz ile kıvırcık arasındaydı ve kulak yumuşağına kadar uzanırdı. Saçını çoğu zaman tam ortasından ayırarak iki yana doğru tarardı. Muntazam ve gür bir sakalı vardı. Saç ve sakallarındaki beyaz tel sayısı vefat anlarında yirmiyi bulmuyordu. Saç ve sakal bakımını aslâ ihmal etmez yanında devamlı tarak bulundururdu. Kaşlarının arası hafif aralıklı gözleri siyah burnunun üst tarafı gayet itidâl üzere yüksekçedişleri muntazam ve tertemizdi. Devamlı misvak kullanırdı. Omuzlarının arası genişçe omuz başları kalın el ve ayakları enlice idi. İki kürek kemiği arasında keklik ya da güvercin yumurtası büyüklüğünde tüylerle kaplı kırmızımtırak bir ben vardı; ki bu ben peygamberlik mührü idi. Yürürken adımlarını düzgünce kaldırarak atar sanki yokuştan iniyormuşçasına önüne hafifçe eğilerek hızlıca yürürdü.

    Peygamber Efendimiz bedeninin giyeceklerinin yiyeceklerinin ve çevresinin temizliğine büyük bir önem ve itinâ gösterirdi.

    Hz. Peygamber'in Şahsiyeti ve Ahlâkı:

    Peygamber Efendimiz bedenen olduğu kadar ahlâk ve şahsiyeti itibâriyle de insanların en mükemmelidir. Bu hususta yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzeresin " (el-Kalem 68/4). Bizzat Hz. Peygamber; "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur (Muvatta' Husnü'l-Hulk 8). Biliyoruz ki Peygamber Efendimiz çocukluğundan beri Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi altında idi. Bu sebeple O; "Beni Rabbim terbiye etti ve güzel terbiye etti" buyurmuş (Süyûti el-Câmiu's-Sağîr I/14); hayatı boyunca gayri İslâmî ve gayri insânî hiç bir söz davranış ve fiil ondan sâdır olmamıştır. Peygamberliğinden önce de doğru sözlülüğü dürüstlüğü ahde vefası yardımseverliği ve her türlü güzel ahlâkı ile takdirler kazanan ve Kureyşliler tarafından "el-Emîn = güvenilir kişi" ünvanına lâyık görülen Hz. Muhammed peygamberliğinden sonra da Rabbinin Kur'an'la mü'minlere ve bütün insanlara emrettiği tüm ahlâkî değerlere sımsıkı sarılmış ve bunları büyük bir titizlikle harfiyyen yerine getirmiştir. Bu bakımdan mü'minlerin annesi Hz. Âişe'ye Ashâb-ı kirâm'dan birisi Hz. Peygamber'in ahlâkını sorduğu zaman Hz. Âişe; "O'nun ahlâkı Kur'an idi" diye cevap vermişti (Müslim Müsâfirîn 136).

    Peygamber Efendimiz Allah'ın Rasûlü ve İslâm devleti'nin başkanı olarak yönetimi elinde bulundurmasına rağmen son derece mütevâzî ve samimi idi. Daima sâde bir hayatı tercih ederdi. Giyinişi ev düzeni yiyecekleri tüm yaşayışı sâde idi. Zengin-fakir küçük-büyük herkesle ilgilenir; hakka uygun olmak kaydıyla kendisine yapılan hiç bir mürâcaatı boş çevirmez meşrû istekleri mutlaka yerine getirirdi. Son derece cömert ve iyilikseverdi. Hiç kimseye kötülük yapmaz kimsenin kötülüğünü istemez kimse hakkında kötü söz söylemez kimsenin gönlünü kırmaz şahsiyetini rencide etmez kimseyi hor ve hakir görmezdi. Şayet kızar ve öfkelenirse; bu şahsı açısından olmayıp Allah içindi. Sevdiği beğendiği razı olduğu şeyleri de Allah rızası için severdi. Cesaret ve şecâat sabır azim ve ümit müsâmaha ve iltifat şefkat ve merhamet O'nun belirgin ahlâkî özellikleri idi. Peygamberlerin temel vasıflarından birisi olarak parlak bir zekâya keskin bir kavrama gücüne eşsiz bir muhâkeme kudretine süratli bir intikal kabiliyetine sahipti. En tehlikeli ve kritik anlarda dahi çaresizliğe düşmez yapılabilecek en uygun davranışı uygular ve Cenâb-ı Hakk'a tevekkül edirdi.

    İdâreci Olarak Hz. Muhammed

    Kur'ân-ı Kerîm'in ihtivâ ettiği âyetler ve İslâmiyet'in mâhiyeti insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber teşekkül ettirdiği İslâm cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye hicretten itibâren varlık kazanan İslâm devleti'nin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibâren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tâbilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde câhiliye döneminin aksine tebeası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılap gerçekleştirmiştir. Câhiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idâre eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklı-haksız her hususta ona itâata mecbur tutulur ve reisin emir fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişâreyi kabul etmiş Cenâb-ı Hak'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashâbıyla istişâre ederek durumu onların müzâkeresine açmıştır. Adâlet ve hakkâniyet ölçülerine uyma O'nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adâlet önünde soy mevki makam mal mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret gösterirdi. Kendisine hırsızlık yapmış eşraftan Fâtıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve "Hırsızlık yaparak getirilen kızım Fâtıma dahi olsa elini keserdim" buyurdu (Buhârî Hudüd 12; Müslim Hudûd 89). Devlet idaresi için çeşitli kademelerde görevli tâyininde ehliyet ve liyâkat esasına riâyet eder; lâyık olan kişileri yaşları küçük olsa da soylu ailelerden olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itâat edilmesini ister; ancak hakka ve hakikata uymayan konularda tebeanın itâat mükellefiyetinde olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itâatı gerekli görmekle birlikte halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez kendini onların üstünde saymazdı; bilâkis onların içinden aralarından biri idi.

    Hz. Peygamber'in devlet yönetimi İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok Kur'an âyetinde ifâde edildiği üzere (el-En'âm 6/57 62; Yûsuf 12/40 67; el-Kasas 28/70 88) İslâm idare sisteminde hâkimiyet hükümranlık hüküm ve tam idâre Allah'a ait idi. Kanun koyma yetkisi de bu bakımdan öncelikle Allah'ın vahiylerini ihtivâ eden Kitâb'a yâni Kur'ân-ı Kerim'e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hz. Peygamber ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hz. Peygamber'in getirdiği hükümler ya Cebrâil vâsıtasıyla Cenâb-ı Hak'tan aldığı ama Kur'an'da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv) dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber'in bir yanılgısı söz konusu ise derhal Cenâb-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu. ​
     
  17. ......

    ...... Misafir



    Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed toplumda müslümanlar arasında veya İslâm devleti'nin tebeası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları davâ konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davâcıyı olduğu kadar davâlıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan sürüncemede bırakmadan çoğu zaman hemen o anda değilse en kısa zamanda çözüme bağhyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyûk hassâsiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini gaybı bilemeyeceğini bu durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davâların halini bazan ashâbının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler Hz. Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere bakıyorlardı.

    Eğitimci Olarak Hz. Muhammed Hz. Peygamber'in temel görevinin dinî ve dünyevî tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim" buyurmuştur (İbn Mâce Mukaddime 17). Hz. Peygamber'in eğitimi insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hâle gelmesi esasına dayanıyordu. O bir taraftan Cenâb-ı Hakk'ın emrine uyarak; "Rabbim benim ilmimi artır!" (Tâhâ 20/114) diye bilgisinin artırılması için Allah'a yalvarır ve bu uğurda çaba sarfederken diğer taraftan; "Allahım bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîbet!" (İbn Mâce Mukaddime 23) diye yakarıyor; "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim Zikr 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.

    Bu ölçüler içerisinde Peygamber Efendimiz ashâbını Medine'ye hicretten önce Mekke döneminde Dâru'l Erkam'da Hicretten sonra da Mescidü'n-Nebî'de ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tâbi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hz. Peygamber evlerde çarşıda pazarda yolda bir sefer sırasında harp halinde iken vesâir durumlarda gerekli olan her yerde her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsî ihtiyaçları ferdî farklılıkları kâbiliyet ve kapasiteleri Hz. Peygamber tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz kendisi hâricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti. Okuma-yazma basit matematik Kur'an tilâveti temel dinî bilgiler hayatta uygulanacak pratik mâlumât bu şekilde öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma seviyesi son derece düşük olduğundan yeterli müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk yıllarda Hz. Peygamber gayr-i müslim öğretmenlerden istifâde etmekte bir beis görmemişti. Meselâ Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin hürriyetlerine kavuşabilmeleri için on müslümana okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti. Peygamber Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Âişe başta olmak üzere Rasûlüllah'ın zevceleri ve Ashâbın âlim hanımları öğretim faâliyetlerinde Hz. Peygamber'e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüı o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tayin etmişti. ​
     
  18. ......

    ...... Misafir



    Komutan Olarak Hz. Muhammed

    Kureyş müşrikleri başta olmak üzere İslâm düşmanlarının faaliyetleri ve İslâm'ın varlığına müsaade ve müsamaha göstermeyen tavırları İslâm'ın yeterli bir güç ve otoriteye kavuştuğu Medine'ye hicretten itibâren düşmana karşılık vermeyi gerekli kılmış ve bunun bir sonucu olmak üzere Hz. Peygamber'in hayatında savaşlar kaçınılmaz olarak zaman zaman ortaya çıkıp hayatının sonuna kadar devam etmişti. Bu sebeple tertiplenen askerî seferler göstermiştir ki; Hz. Peygamber fevkalâde yüksek bir komuta güç ve dirâyetine eşsiz bir askerî kâbiliyete sahip idi. Savaş usûl ve taktikleri hücum savunma ve manevra şekilleri konusunda mükemmel bilgileri savaş araç ve gereçleri hususunda yeni gelişmeleri tâkip ederek başarı ile uygulama hassâsiyeti vardı. Son derece cesaretli ve şecâatli olduğundan Uhud ve Huneyn gazvelerinde olduğu gibi savaşın en hararetli ve kritik anlarında şiddetli düşman hücumları karşısında Ashâbın tereddüte düştüğü bazılarının dağıldığı sıralarda bile sebat gösterir en tehlikeli anlarda ashâbı O'nun yanına sığınarak kendilerini korurlardı. Son ana kadar savaşın kesin sonucu bilinemeyeceğinden düşmanın muzaffer göründüğü durumlarda bile metânetini kaybetmez ve akl-ı selîm ile düşünerek dağılan kuvvetlerini toplayıp karşı taarruzu gerçekleştirerek üstünlük sağlardı. İstihbârâtın askerlikteki önemini gayet iyi bildiğinden cihad öncesinde savaş sırasında ve sonrasında düşman faaliyetleri konusunda bilgiler toplamaya özen gösterir küffar arasında devamlı istihbârât elemanları bulundururdu. Zaman zaman bu maksatla ve çevre emniyetini sağlamak üzere keşif kolları da çıkarmıştır. Sefer sırasında özellikle mola verildiği anlarda ani bir düşman baskınından emin olabilmek üzere nöbetçiler çıkarır Müslümanların birbirleriyle anlaşmalarını sağlamak ve morallerini takviye etmek üzere savaş sırasında kullanılacak ve İslâmi unsurlar içeren parolalar belirlerdi. Ayrıca Hz. Peygamber'in her gazvesinde ve çıkardığı her seriyesinde sancak ve bayraklar kullanılmıştır. O'nun yaptığı savaşlarda düşmanı tesirsiz hale getirecek baskın ve pusulara yer verildiği gibi gerektiğinde düşman kuvvetlerin arasını açacak bir takım hilelere de başvurulabiliyordu. Özellikle soğuk harple düşmanı yıpratma psikolojik baskı altına alarak moral olarak mağlup etme ve böylece direnme gücünü kırma usûlü Hz. Peygamber tarafından uygulanmıştır. Böylelikle mümkün olan en az ölçüde kan dökülerek düşman etkisiz hale getirilmiş oluyordu. Esasen Hz. Peygamber kan dökmekten asla hoşlanmazdı. Başlangıçta savaşın çıkmaması için üzerine düşen tüm çabayı sarfediyor sulh yollarını deneyip bu hususta düşman tarafa mutlaka teklifte bulunuyordu. Bu bakımdan Hz. Peygamber nazarında sulh asıl olup; harp geçici idi. Yalnız Hz. Peygamber'in sulh anlayışı çevrede hakim batıl güçlerin idâresi altında bulunan halk üzerinde baskı kurarak sultalarını sürdürüp zulüm ve haksızlık icrâ etmelerine seyirci kalmayı; insanların inanç ve düşünceleri sebebiyle tâkip altında tutulup baskıya eziyet ve işkencelere mârûz bırakılmalarına göz yummayı gerekli kılmıyordu. Hz. Peygamber'in sulh anlayışına göre; insanlar inançlarını belirlemede tamamıyla serbest tutulmalı hür irâdeleri ile diledikleri iman çizgisini hiç bir baskı söz konusu olmaksızın bizzat kendileri belirlemeli idiler. Elbette insanlara hak ve hidayet yolunu gösterecek İslâm tebliğcileri de bu sulh vasatında hak ve hakikatın apaçık delillerini insanlara anlatarak onları gerçeklere eriştirme görevini yerine getirecekler ama hiç kimseyi İslâm'a girme konusunda zorlamayacaklardı. Ne var ki hakkın varlığım hazmedemeyen bâtıl gücün temsilcileri İslâm'ın bu şekilde sulh içinde tebliğine engel olduklarından ve inananları baskılar altında tutarak onlara hayat hakkı tanımadıklarından Hz. Peygamber açısından harp kaçınılmaz oldu. Bu durumunda bile Hz. Peygamber kan dökülmesini istemiyor bu konuda gerekli tedbirleri alıp lüzumlu emir ve tâlimatlarını veriyordu. Meselâ düşmanla karşı karşıya gelinip harp vaziyeti alındığı bir sırada dahi harp başlamadan önce düşman kuvvetlerini İslâm'ı kabul etmeye mutlaka çağırır bu teklif reddedilince sulha davet edip andlaşma yapma yolunu deneyerek savaşa sebebiyet vermemek ister; yaptığı barış ve itaat önerileri kabul edilmeyince savaşa artık düşman taraf sebep olduğu için çaresiz karşılık verirdi. Ayrıca düşman saldırmadan saldırıya geçmeme; harp sırasında harbe katılmayıp geride kalan kadınlara çocuklara ihtiyarlara din adamlarına dokunmama; savaş anında düşmanın hayati organlarını değil el ayak bilek dirsek diz gibi mafsallarına hamlede bulunarak onları öldürmeksizin hareket kabiliyetinden mahrum edip etkisiz hale getirme; esir olup emân dileyene emân verme; câhiliye döneminde olduğu gibi düşman ölülerinin gözünü oyup kulağın: burnunu kesip parmaklarını doğrayıp karnını yararak intikam duygularını tatmin etme yoluna gitmeme; yine câhiliye devrinde sırf intikam olsun ve kalan düşmanlara sıkıntı versin diye maktûl düşen düşman ölülerini kızgın arazide kokuşup yırtıcı hayvanlara yem olarak bırakma şeklinde icra edilen gayr-i insânî uygulamanın terkedilerek düşman ölülerinin de defnedilmesi gibi emirleri O'nun komutasında cereyan eden muharebelerde ve çıkardığı seriyyelerde verdiği tâlimat arasında yer almaktadır.

    Âile Reisi Olarak Hz. Muhammed

    Hz. Peygamber henüz gençlik yıllarında yirmi beş yaşında iken Mekke'de Hz. Hatice ile evlenerek bir aile yuvası kurmuştu. O sıralarda birden çok kadınla evlenmek Araplar arasında son derece yaygın bir âdet olmakla beraber Peygamber Efendimiz Hz. Hatice vefat edinceye kadar başka bir kadınla evlenmemişti. Hz. Hatice vefat ettiği zaman Peygamber Efendimiz elli yaşında idi. Daha sonraki yıllarda özel bir takım sebep ve hikmetlerle Hz. Peygamber birden çok kadınla evlendi. Bu evliliğin sebeplerini İslâm düşmanlarının yaptığı gibi nefsânî ve şehevânî arzulara bağlamak aslâ doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in çok evliliği iddiâ edildiği gibi böyle bir sebebe bağlı olsaydı bu evliliklerin Hz. Peygamber'in söz konusu arzuyu daha ziyâde duyacağı gençlik yıllarında ve ilk evliliğini hemen takip eden seneler içerisinde cereyan etmesi gerekirdi. Halbuki Hz. Peygamber tam yirmi beş yıl sâdece Hz. Hatice ile evli kalmış onun vefatından sonra kendisi elli yaşını geçmiş olduğu halde şartlar gerekli kıldığı için yeni evlilikler yapmıştı. Bazan evlilik dolayısıyla temas kurulan ve yakınlık sağlanan yeni kitlelere İslâm'ın iletilebilmesi düşüncesi bazan evleneceği zeki kâbiliyetli ve bilgili eşi vasitasıyla kadınları İslâmi esaslara göre daha rahat eğitebilme arzusu bazan savaş dolayısıyla ortaya çıkan şiddetli düşmanlık ve kini onlar arasından evlilik yaparak bertaraf edip muhâtap kitlelerini celbetme lüzumu bâzan İslâm hukûkunun getirdiği yeni bir hükmü bizzat Hz. Peygamber'in tatbik ederek topluma örnek olma zorunluluğu gibi dinî siyâsî hukûkî sosyal bir çok sebep ve hikmet Hz. Peygamber'in çok evlenmesini gerekli kılmıştı.

    Peygamber Efendimizin zevcelerinin toplam sayısı on bir olup şunlardı: Hatice bint Huveylid Sevde bint Zem'a Âişe bint Ebûbekir Hafsa bint Ömer Zeyneb bint Huzeyme Ümmü Seleme bint Ebû Ümeyye Zeyneb bint Cahş Cüveyriye bint eIHâris Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyân Safiyye bint Huyey ve Meynûne bint el-Hâris. Reyhâne ve Mâriye ise câriyeleri idi.

    Hz. Peygamber'in zevcelerinden Hz. Hatice Mekke'de peygamberliğin onuncu yılında Zeyneb bint Huzeyme ise Medine'de Hicretin dördüncü yılında vefat etmişti. Bu sebeple Peygamber Efendimizin bir arada dokuz eşi bulunmuş ve bu sayıya da vefatına yakın bir zamana varıncaya kadar uzun bir sürede evlilik zarûreti çıktıkça aralıklarla ulaşılmıştır. Hz. Peygamber'in bu zevcelerinden Hz. Aişe dışındakilerin tamamı Rasûlullâh ile evlendikleri sırada dul idiler ve pek çoğunun eski eşlerinden çocukları vardı; üstelik çoğu yaşlı da idi. Bu durum da Hz. Peygamber'in evliliğini gerekli kılan özel bir takım sebep ve hikmetlerin mevcut olduğunun delilidir.

    Peygamber Efendimiz hizmetinde bulunan görevlilere karşı da asla sert ve haşin davranmaz; kendi yediklerinden onlara da yedirir giydiklerinden onlara da giydirirdi. Küçük birer odadan ibâret olan hâne-i saâdetleri son derece sâde ama temiz idi. Bazan bir hasır bazan yünden dokunmuş bir ihram bazan da içi hurma lifleri ile doldurulmuş deri kaplı bir yatak Hz. Peygamber'in oda döşemesini ve yatağını oluşturuyordu. Her konuda olduğu gibi bu hususta da lüks ve israftan kaçınarak sadeliği tercih eden Hz. Peygamber bazı zevcelerinde görülen daha iyi imkânlarla daha müreffeh bir yaşayış arzu ve isteği üzerine Kur'an'da da temas edildiği üzere "Şayet dünya hayatını ve süslerini istiyorlarsa bağışta bulunarak kendilerini güzellikle salıvereceğini ama şayet Allah'ı peygamberini ve âhiret yurdunu istiyorlarsa Allah'ın iyi davrananlar için büyük bir mükâfaat hazırladığını (el-Ahzâb 33/28-29) belirterek tavrını açıkça ortaya koymuştu. Tabiî ki Hz. Peygamber'in zevceleri bu ikâz üzerine beşer olma sıfatıyla bir an için içlerinden geçen daha rahat yaşama arzu ve isteğini terkedip Hz. Peygamber'in yanında kalmayı ve O'nun sade yaşayışına ortak olmayı dünya lüksüne tercih ettiler.

    Peygamber Efendimiz aile hayatında özel yaşayışında ahlâkında dini tebliğinde devlet idaresi ve askerî komutasında eğitim ve öğretiminde kısacası tüm sözleri hareketleri ve davranışlarında bütün müslümanlar için güzel bir örnek idi. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: "Andolsun ki Rasûllâh'ta sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır" (el-Ahzâb 33/21).

    Allah'ın salât ve selâmı O'nun üzerine olsun. ​
     
  19. siyahzerdali

    siyahzerdali Active Member

    teşekkürler
     

Bu Sayfayı Paylaş